26 Şubat 2019 Salı

MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 237 - Son günlerde Türkiye’de yeni bir zihin yönlendirmesi olarak “YERLİ ve MİLLİ” biçiminde bir ikili kavram kullanılması, kamuoyu önünde tırmandırılmaya çalışılmakta ve yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürün Türkiye’ye yansıyan bazı olumsuz etkileri devre dışı bırakılarak, kitle psikolojisi ayarlamalarında bu doğrultuda yeni bazı siyasetler devreye sokulmaya çalışılmaktadır.


ANKARA KALESİ-237
"MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara: 26 Şubat 2019

Son günlerde Türkiye’de yeni bir zihin yönlendirmesi olarak “YERLİ ve MİLLİ” biçiminde bir ikili kavram kullanılması, kamuoyu önünde tırmandırılmaya çalışılmakta ve yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürün Türkiye’ye yansıyan bazı olumsuz etkileri devre dışı bırakılarak, kitle psikolojisi ayarlamalarında bu doğrultuda yeni bazı siyasetler devreye sokulmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda şimdiye kadar birbirinden ayrı olarak kullanılan “YERLİ” ve “MİLLİ” kavramları durduk yerde bir araya getirilmemekte ve bu çizgide bir ikili bir kavram birlikteliğine pek rastlanılmamakta idi. Ne var ki, küreselleşme sürecinin sona ermesi ve bu doğrultuda yıpratılan ulus devletin tasfiye olma noktasına getirilmesi yüzünden ortaya çıkan olumsuz durumun önlenmesi için geliştirilen yeni bir zihin yönlendirme aracı olarak, bu iki kavramın siyasal amaçlı olarak birlikte kullanımının planlandığı anlaşılmakta. Bu plan çerçevesinde bütün kitle iletişim araçlarında “YERLİ” ve “MİLLİ” kavramlarının ortak bir kullanım yaklaşımına doğru yönlendirildiği görülmektedir. Birden ortaya çıkan bu uygulama, önceleri kamuoyunda yadırganmış ama bu doğrultuda estirilen rüzgarlar doğrultusunda farklı bir yaklaşım ile her geçen gün iki kavramın yeni stratejik birlikteliğinin etkin bir biçimde tırmandırıldığı görülmüştür.

Birbirinden çok farklı anlamlara sahip olan bu iki kavramın birden birlikte kullanılmaya başlanmasının arkasında yatan nedenler üzerine kamuoyunda tartışmalar başladığında ,gene ortaya yeni çıkan uluslararası konjonktürün etkisiyle hareket edildiği gibi bir durum dikkati çekmektedir . Daha çok yerel bir durumu ifade eden yerli kavramı ile yerelin ötesinde bir ulusun yaşadığı ülkenin sınırları içindeki ulusal devlet yapılanmasının bütününü temsil eden milli kavramı aslında birbirlerinden fazlasıyla uzak kavramlardır .Yerli kavramı harita üzerinde belirli bir yere dayanırken ve bu açıdan bir yerin küçüklüğünü ifade ederken , milli kavramı da bir ulusun büyüklüğü doğrultusunda yaşanılan ülkenin sınırları içerisinde kalan ulusal sınırların bütününü ve bu sınırlar içerisinde kurulmuş olan ulus devletin bütünlüğünü temsil etmektedir . Böylesine birbirinden uzak iki kavramın anlam açısından belirli karşıtlıklar taşımasına rağmen birlikte kullanılmaya başlanması ,eskisine oranla fazlasıyla değişik bir durumun göstergesi olarak öne çıkmıştır .Yüzyıllarca dünya uygarlığı gelişirken , her yerde yaşamını sürdüren insan toplulukları bulundukları yerin yerel özellikleri ile bağlı kalmışlar ve bulundukları yerin kültürel ve sosyal yapılanmasının temsilcileri olarak yeryüzü arenasında kendilerine yer bulabilmeye çalışmışlardır . Yeryüzü üzerindeki her yer ya da bölge, içinde bulunduğu koşulların her zaman için yerli temsilcisi olmuşlar ama aynı anda milliliği temsil edememişlerdir . Yerel olmanın kendiliğinden ortaya çıkan özellikleri ile milli olmanın belirli bir zaman dilimi içinde oluşan nitelikleri arasında her zaman için önemli ölçüde farklılıklar ortaya çıktığı için, yerli ile milli kavramları her zaman için birbirinden uzak kalmışlardır.

Yerli kavramı aslında içerik olarak ulusal ya da milli bir yapılanmaya değil ama bunun tamamen aksi bir doğrultuda yerel gerçekliğe dönük bir anlam çizgisine sahiptir . Yerli kavramı ile birlikte yerel kavramı da ele alınırsa eski deyimi ile mahalli olan yapılanma ortaya çıkmaktadır .Dünya haritası üzerinde yer alan herhangi bir yerin ya da ya da yerel küçük bölgelerin anlamı ortaya çıkarken, hem yerellik hem de yerlilik birlikte belirginlik kazanmakta ve bu durum o yerin ya da bölgenin uluslararası alanda ki kendine özgü olan yerini ortaya koymaktadır. Yeryüzü haritasında yer alan herhangi bir noktanın açıklanmaya çalışılması sırasında yerel gerçeklikler üzerinden bir yerellik olgusunun öne çıktığı görülmektedir . Yerli ile yerel bir yeryüzü noktasının gerçek kimliği olarak birbirlerini tamamlayıcı bir çizgide öne çıkarken, uluslararası alanın estirdiği evrensel rüzgarlara karşı değişik dünya merkezlerinde böylesine bir sarsıntıya karşı var olabilme , varlığını sürdürme ve de diğer yerli ve yerel olanlara karşı kendini koruma sürecinde , yerlilik ve yerellik olgularının birlikte var olarak farklı açılardan birbirlerini tamamladıkları anlaşılmaktadır . Mahalli olarak var olan küçüklüklerin geleceğe dönük bir çizgide korunmasında yerellik ve yerlilik kavramlarının birbirini desteklediği açıkça görülmektedir .Her iki kavram birlikte ele alındığında ya da bir yerin bütünü açıklanmaya çalışıldığı noktada , iki kavramın birlikte kullanıldığı aşamada ulusal ya da evrensel alanlara karşı net bir duruş sergilenebilmektedir . Dünya haritasında yer alan bütün yerlerin sahip oldukları konumları bu açıdan bir yerellik olgusu ile açıklanmaya çalışılmaktadır .

Batı kapitalizmi bütün dünyaya yayılırken , ekonomik ilişkiler uluslararası boyut kazanarak bir dünya ekonomisi olgusu gündeme gelmiştir . Bu doğrultuda bütün ülkeler dışarıya açılmış ve kendi olanaklar çerçevesinde uluslararası pazar da yerini alırken, öncelik eskiden beri var olan yerli üretim olanaklarına tanınmıştır .Her ülke dünya platformunda ekonomik yönü ile yer alırken yerel özelliklerinden yararlanarak ortaya yerli ürünler çıkarmış ve yerli ürünler ile pazar da rekabete girişerek var olmaya çalışmıştır .Türkiye’de bir ulus devlet olarak kurulduktan sonra yerli üretim olanaklarını seferber ederek işe başlamıştır . “Yerli malı yurdun malı ,herkes onu kullanmalı” gibi özdeyişin öncülüğünde yerli malı haftaları düzenlenmiş , her bölgenin yerel olanaklarını harekete geçirme doğrultusunda yerli malı üretimi ve kullanımı devlet desteği ile genişletilmeye çalışılmıştır . İlkokuldan üniversitelere kadar düzenlenen yerli malı haftaları ile yeni gelişen cumhuriyet gençliğinin yerli malı haftaları aracılığı ile ulus devletin hedeflerine doğru yönlendirilmesine çaba gösterilmiştir . Bu doğrultuda Türkiye’nin her bölgesinde öncelikle yerel ve bölgesel koşullardan yararlanılarak, ulusal ekonomiye giden yolda bir kalkınma seferberliği öne çıkarılmaya çalışılmıştır . Batı kapitalizminin evrensel emperyalizmine karşı yeni kurulan ulus devletlerin var olabilmesi , önce yerel üretimler ile başlamış ve sonraki aşamalarda yerli üretim olanaklarının planlı bir biçimde harekete geçirilmesiyle , bütün ülke düzeyinde ekonomik canlanma gerçekleştirilmiştir . Bu aşamada yerli ve yerel kavramlarının bir ülkesel bütünlük içerisinde birlikte devreye girdikleri görülmüştür .Ulus devletler dışa açılırken , sahip oldukları yerel olanaklar ile yerli bir kimlik kazanarak diğer ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmışlardır .

Batılı emperyalist ülkeler dünya kıtalarındaki sömürgelerini kurarlarken , yerel yapıları ve yerli koşulları dikkate almışlar ve sömürgelerin zaman içerisinde ulus devletlere dönüşmesine her türlü desteği sağlamışlardır . Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışları sürecinde , her ülkenin yerel koşulları yerli kimliklerini öne çıkarmışlardır . Zaman içerisindeki toplumsal bütünleşme olgusu sayesinde yerel ve yerli olan yavaş yavaş silinmeye başlamış ve sahip olunan ortak ulusal sınırlar içerisinde devlet merkezli bir uluslaşma süreci , dünya ülkelerini yerel ve yerli olmaktan çıkararak daha büyük bir çizgide ulusal yapılanmaya doğru taşımıştır . Aynı sınırlar içerisinde ortak bir vatana sahip olan topluluklar , uzun zaman diliminde bir arada olmaktan dolayı meydana gelen ortak değerler ve benzer özellikler üzerinden uluslaşmaya başladığında, yerlilik ya da yerellik olguları gerileyerek silinmeye doğru kayma göstermişlerdir .Bu kavramların gerilemesiyle meydana gelen siyasal boşluk alanın doldurulmasında uluslaşma süreci önde gelen bir etkiye sahip olmuştur . Bir anlamda dünya toplumları ortak devletlerinin çatısı altında uluslaşırken, yerel ve yerli olan bütün değerler silinerek ya da gerileyerek uluslaşma olgusunun tamamlanmasına katkıda bulunmuşlardır . Geçmişten gelen yerli ya da yerel yapıların güçlü olanları bütünleşme sürecinde varlıklarını koruyarak ilerledikleri aşamada ülke toplumlarının uluslaşmasına giden yolda katkı sağlamışlardır .

Tarihsel süreç hiçbir zaman yerli ile milli olanın aynı zamanda olmadığını , işin başında yerli ve yerelin öncelikli olarak var olduğunu ama zamanla uluslaşma olgusunun ortaya çıkmasıyla birlikte yerel koşulların ortadan kalktığını ve bu nedenle de yerli ile milli olanın hiçbir zaman aynı dönemde birlikte olamayacağını , toplumsal bir gerçeklik olarak ortaya koymuştur . Bilimsel gerçekler uluslaşma sürecinin yerlilik ve yerellik sonrası tarih sahnesine çıkan bir oluşum olduğunu gözler önüne sererken , yerlilik ile milliliği bir arada kullanmanın bilimsel açıdan yanlış olduğunu göstermektedir . Bir toplum uluslaşma sürecini tamamlarsa aynı zamanda o toplumun devleti de ulus devlet olma özelliğini kazanacaktır .Bu durumda yerli olanın milli ile farklı bir durum olduğu ,yerli olanın milli öncesi bir dönemin ürünü olduğu ve bu nedenle yerli olanın hiçbir zaman milli olmadığı ,aynı zamanda milli olanın da benzeri bir biçimde gene yerli olmadığı kesinlik kazanmaktadır . Sosyal bilimlerin ortaya koymuş olduğu bu toplumsal gerçekliğin tamamen tersi bir çizgide , her iki kavramı bir arada kullanarak sanki birbirlerinin tamamlayıcısıymış gibi bir görüntü vermeye çalışmanın , gerçeklere ters düşen ve belirli çıkarlar doğrultusunda siyaset yapmanın açık bir ürünü olduğunu artık görmezden gelmenin gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır..

Küreselleşme döneminde uzun süre küresel politikalara alet olan ve bu doğrultuda ulusal devletlerin zarar görmesine yol açan siyasal yaklaşımların , küreselleşmenin iflas etmesi üzerine boşlukta kaldığı ve bu aşamadan sonra tamamen tersi çizgilere yöneldiği bütün ulus devletlerin çatısı altında gündeme gelen bir tartışma konusudur . Küresel dönemde iktidara gelen ve bu doğrultuda ulus devletlerin sınırlandırılmasına , küçültülmesine ya da bütünüyle ortadan kaldırılmasına aracı olan ulus devlet iktidarlarının, son zamanlardaküresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bir tavır değişikliğine gittikleri ve küresel emperyalizme karşı ulus devlet toplumlarında gelişen ulusalcı muhalefet oluşumlarından rol çalmaya çalışarak iktidarlarını sürdürmenin peşinde oldukları anlaşılmaktadır . Küresel dönem sonrasında da siyasal iktidarı bırakmamak ve ulus devletleri ellerinde tutarak yola devam etmek üzere geliştirilen yeni politikalarda , ülkede ulusal çizgide gelişen muhalefetin önlenmesi ve küresel emperyalizm ile ulus devlet karşıtlığının önüne geçilebilmesi için yerellik adına yeni bir ılımlı dinciliğin geliştirilmeye çalışıldığı, son yıllardaki gelişmeler ile açığa çıkmaktadır . Küresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bütün ulus devletler yeni bir ulusalcılık yükselişi ile yeniden güçlenmenin yollarını ararken , yerelcilik ya da yerlilik üzerinden geliştirilmeye çalışılan yeni dincilik bu kez daha demokratik görünerek etkili olabilmek üzere, kendisini en gerçekçi yerli akım olarak kamuoyuna sunmaya çalışmaktadır. Küresel dönemin iktidarları küreselleşme sonrasında işbaşında kalabilmek için ,en gerçekçi muhalefet tipi olarak ortaya çıkan ulusalcı hareketlerin önünü kesmek üzere , yerlilik ile birlikte milliliği gündeme getirerek ayakta kalabilmenin denemelerini yapmaktadırlar . Küresel politikalar ile ulus devletlerin zayıflamasına aracı olanların yeni dönemde iktidara gelebilmek için ulusalcı muhalefetin önünü ümmetçilikten gelme bir millilik kavramı ile kesmeye çalıştıkları ve bu doğrultuda ulusal devlet öncesinin siyasal gerçekliği olan yerliliği de milliliğin önüne getirerek, bir anlamda gerçek anlamda ulusalcılığa izin vermeyen katı bir tutumu sergiledikleri son dönemlerde öne çıkan yeni bir politik yaklaşım olmuştur. Ulus devlet tasfiyesi sonrasında soyut bir millilik ile ulusalcı muhalefetin önü kesilmeye çalışılırken , yerlilik ile ulus devlet toplumlarının bütünlüğü bozularak gene eskisi gibi yerel özelliklere dayalı bir yerlilik üzerinden ulus devlet karşıtlığına devam edilmek istenmektedir .

Okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi, kendi siyasal rejimi olan iki partili kontrollü demokrasi uygulamasını dünya ülkelerine yaymaya çalışırken , yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’ye de iki partili bir demokrasiyi getirerek , iki büyük parti üzerinden Türkiye üzerindeki denetim ve kontrol mekanizmasını sürdürmek istemektedir . Soğuk savaş döneminde dört partiye dayanan Türk demokrasisi yeni süreçte iki partili demokrasiye dönüştürülmek istenmektedir . Bu aşamada milliyetçi ve İslamcı partilerin bir araya gelmesi desteklenirken , cumhuriyetçi parti ile de bölücü parti birleştirilerek bölünmenin önü kesilmek istenmektedir . Milliyetçiler ile ılımlı İslamcılar arasında yeni bir ittifaka gidilirken , böylesine bir yeni siyasal oluşumu desteklemek üzere yerli ve milli kavramlarının birlikteliği sistematik bir biçimde geliştirilerek farklı bir yeni yapılanmanın önü açılmak istenmektedir . Milli kavramı ile milliyetçiler ifade edilirken , yerli kavramı ile de bölgenin toplumsal gerçekliği olarak dinsellik öne çıkarılmakta ve millinin yanında yerlilik öne çıkarılırken , laikliğe karşı dini yapılanmaya ağırlık verilmektedir . Ayrıca okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi Türkiye’yi gelecekte doğulu güçlere karşı kullanmaya öncelik verdiği için, hem Türk dünyasına hem de İslam dünyasına yönelik olarak Türkiye üzerinden yeni emperyal politikalar geliştirmeye çalışmaktadır . Türk ve İslam dünyalarına karşı Atlantikçi politikaları öne çıkarmak açısından da milliyetçi ve ılımlı dinci partinin bir araya gelmesi gerektiği ileri sürülmekte ve bu böylesine bir oluşumu hızlandırmak üzere de yerli ve milli kavramlarının bir arada kullanılmasına öncelik verilmektedir . Türkiye küreselleşme sonrası dönemde ABD benzeri bir iki partili rejime doğru yönlendirilirken , yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı üzerinden, bu yeni siyasal projenin gerçeklik kazanmasına çalışılmaktadır . Atlantik emperyalizminin merkezi coğrafya hegemonyasını sağlamak üzere , Türkiye taşeronlaştırılarak kullanılmak istendiği aşamada yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı öne çıkartılmaktadır .

Türkiye için bir yerli ve milli ittifak oluşturulurken eski etnik temelli açılım politikaları geride bırakılmakta, emperyalizm ve Siyonizmin birlikte empoze ettikleri alt kimlikçi açılım paketleri devre dışı bırakılınca, yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımına dayanan yeni bir siyasal yaklaşım öne çıkarılmaktadır . Dış baskılar yüzünden toplumu karşıya alma dönemi biterken , topluma yeniden yayılma ve toplumu yeniden yanına alma hedefli bir yaklaşım, yerli ve milli kavramlarının birlikteliği ile tesis edilmeye çalışılmaktadır . Yerli ve milli söylemi ile toplum yeni bir sadakat ya da bağlılık çemberi içine çekilmeye çalışılırken , Türk devletinin batı bloku ile ilişkileri sarsıntı geçirmektedir . Soğuk savaş döneminin durgun rahatlığı içinde Türkiye’yi bir yerlere doğru kendi çıkarları çizgisinde sürüklemeye çalışan batı emperyalizmi , yeni dönemde de bu bağımlılık ilişkisini korumaya çalışmakta ve bu amaçla da yerli-milli birlikteliği çizgisinde merkez sağda dinci ve milliyetçi bir ittifakın oluşumuna destek vermektedir . Ülkenin doğu bölgesinde yeni ve farklı bir ulus devlet kurmak isteyen bölgeci hareketin halklar gerçeği üzerinden cumhuriyetçi parti ile birleştirilmeye çalışılması da ,merkez sağdaki dinci-milliyetçi ittifakının doğal sonucu olarak gündeme getirilmektedir . Bu aşamada Türk-İslam sentezi yeniden Türkiye’de canlılık kazanırken , kurucu önder Atatürk’ün ülkeye getirmiş olduğu halkçılık ve ulusçuluk sentezi görmezden gelinmiştir . Devleti kuran Atatürk’ün partisi cumhuriyetçilik ve halkçılık esasları üzerinden, bir ulus devleti kurduğu için bu çizginin günümüzde de devam ettirilmesi beklenmekteydi .Ne var ki , Atlantik insiyatifinin Türkiye’de iki partili demokrasi üzerinde ısrar etmesi yüzünden halklarcılık ilkesi halkçılık ilkesinin yerini almıştır .

Siyasetin sol kanadında halkcı parti halklarcı parti yeniden bir araya getirilirken , cumhuriyetin ulus devletini kuran halkçılık anlayışı terkedilmekte ve alt kimliklere dayanan bir halklarcılık anlayışı öne geçirilerek bu yoldan Türkiye’nin etnik yapılanması siyaset sahnesine taşınmak istenmektedir . Solda halklarcı çizgide bir yeni oluşum hedeflenirken , sağ kanatta milliyetçi ve dinci partilerin bir araya gelmesiyle oluşturulacak sentez için yerli ve milli kavramları birlikte kullanılmaktadır.

Yerli ve milli çizgide geliştirilmek istenen yeni merkez aracılığı ile Türkiye’nin bir Akdeniz ülkesi ve de Asya bölgesinin temsilcisi bir devlet olduğunu görmezden gelen Atlantik emperyalizminin, yerli ve milli kavramları birlikteliği ile merkez sağda bir Türkçü-İslamcı parti oluşturmaya öncelik verdiği görülmektedir .Amerikancı iki partili sistem üzerinden halkçı ve halklarcı yakınlaşmasının önü açılmıştır,ama son yıllardaki çeşitli girişimlere rağmen Türkiye’de böylesine iki partili bir demokrasiye geçiş sağlanamamıştır . Durumu yakın gelecekte gündeme gelebilecek olan siyasal gelişmeler belirleyecektir . Bir taraftan iki partili yapılanma dışarıdan zorlanırken , diğer taraftan da Türk siyasetine yeni partiler girerek ülkede çok partili yapılanmanın sürdürülmesine katkı sağlamışlardır . Çok partili yapılanma çerçevesinde Türkiye’yi istediği gibi kontrol edemeyen Atlantik emperyalizmi , iki partili sistem için ısrar ederken Avrupa ülkeleri Türkiye’nin çok partili demokraside kalması için politika geliştirmişlerdir .Türkiye bu yüzden bir ABD-Avrupa ikilemi arasında bocalarken , savaş konjonktürü üzerinden de Avrasya bölgesinde var olabilmenin mücadelesini de vermek zorunda kalmıştır . Batı emperyalizmi Orta Doğu ve Avrasya bölgelerine yeniden saldırırken , Türkiye bir bölge ülkesi olarak çok zor durumlarda kalmış ve yeni bir Türk-İslam sentezi üzerinden bölgede batı çıkarları doğrultusunda cephe ülkesi olmaya doğru yönlendirilmeye çalışılmıştır . Bütün devletler ayakta kalabilmek üzere bir vatan savaşına doğru zorlanırken , Türkiye’nin emperyalizmin enerji hatları oluşturan koridor projeleri ile karşı karşıya bırakılarak savaşlara sürüklenmesi ,Türk ulusunun geleceği açısından son derece bir olumsuz durum yaratmıştır .

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu itibarıyla halkçı bir ulus devlettir . Cumhuriyetin temel prensipleri olarak kabül edilen Atatürk ilkelerinde laiklik ile beraber hem milliyetçilik hem de halkçılık ilkeleri yer almaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadroları milli devleti kurduktan sonra bir dil devrimi sayesinde Orta Asya Orhun yazıtlarından gelen ulus kavramını benimsemiş ve Türkiye Cumhuriyetini bir ulus devlet olarak bütün dünyaya ilan etmiştir . Dışa karşı bir milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti içe dönük bir yapılanma da halk devleti olarak örgütlenmiştir . Böylece emperyalizme karşı Kuvayı Milliye hareketi başarıya ulaşınca milli devlete dönüştürülmüş ama ümmet kavramından gelen millet kavramı yerine , genç Türk Cumhuriyeti laik bir devlet olarak tarih sahnesine çıkarken ulus kavramını esas almıştır . Bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti çağdaş laik cumhuriyet yapılanması çizgisinde ortaya çıkarken ,laiklik ve çağdaşlık ulusalcı yapılanma içerisinde bütünlüğe kavuşturulmaya çalışılmıştır . Türk devletinin kuruluş modeli üzerinden Türkiye’nin “yerli ve milli” olarak tanımlanması tam olarak gerçekliği yansıtmamakta ama “halkçı ve ulusalcı “biçiminde bir yapılanma Türkiye Cumhuriyetinin kendine özgü koşulları açısından daha doğru bir tanımlama olarak öne çıkmaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadrosu imparatorluktan geride kalan insan topluluğunu çağdaş bir uluslaşma projesi ile bütünleştirmiştir .Avrupa,Asya ve Orta Doğu bölgelerinden gelerek yeni Türk devletinin çatısı altına giren göçmen topluluklar , çağdaş laik bir ulusalcılık aracılığı ile bütünleştirilirken , ümmet kökenli millet kavramı yerine din ağırlıklı olmayan bir ulus kavramı benimsenmiştir .

Modernizm öncesi dönemin yansıtıcısı olan yerlilik, ulus devletler çağının yaşandığı bugün Asya ve Afrika ülkelerinde görülen çağdışı bir yapılanmayı temsil ettiği için, elektronik devrim ile uzay çağının başladığı yirmi birinci yüzyılın gerçekleri ile hiç bağdaşmamaktadır . Küresel emperyalizm ile postmodernizim safsatası da sona erdiği için modernizm öncesi bir geri dönüşü yerlilik üzerinden gündeme getirmek ,Türkiye gibi çağdaş cumhuriyetler de mümkün olamamaktadır . Ulus öncesi kabilecilik olgusunu yeniden gündeme getirecek bir yerlilik girişiminin modern dünya devam ettikçe mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır . Geçmişte olduğu gibi ümmetçilik kasteden bir millilik anlayışının ise laik ve çağdaş bir cumhuriyet yapılanması içinde gerçeklik kazanamayacağı zamanla ortaya çıkmaktadır . Günümüzde Eskimolar ve Kızılderililer yerliler olarak yaşamlarını sürdürürken , bazı din devletleri de ümmetçilik üzerinden bir milliliğin arayışı içine çekilmeye çalışılmaktadır . Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri açısından konu ele alındığında , Türkiye’nin geleceğinde bölücülüğe karşı ulusalcılık ,postmodern şeriatçılığa karşı laiklik ,emperyalizm işbirlikçiliğine karşı da halkçılık ilkeleri esas alınmalıdır . T.C anayasasında yerlilik diye bir ana ilke yoktur . Yerlilik üzerinden dinsel bir düzenin devreye sokularak , laiklik ilkesinin devre dışı bırakılmak istenmesi de anayasaya aykırı düşmekte ve gerçekçi görünmemektedir

Orta çağ sonrasında büyük imparatorluklar kurulurken , dünyanın her yeri kralların ya da imparatorların merkezi otoritelerinin kontrolü altına giriyordu .Bu aşamada orta çağda görülen yerel yönetimler geride bırakılarak büyük devlet yapılanmalarına gidilirken yerlilik olgusu da ikinci planda kalıyordu . Yeryüzü kıtalarına dağılmış olan insan topluluklarının bütüncül bir yönetim altında düzene kavuşturulabilmesi için krallıklar ve imparatorlukların merkezi yönetimi zorunlu görünüyordu .Yerli olan her şey merkezi otoritenin yönetimi altına giriyordu . Modernleşmenin sonucunda gündeme gelen iki dünya savaşı sonrasında ise imparatorluklar dağılırken ulus devletler kuruluyor ve ulus gerçeği altında bütün yerel yönetimler ve yerlilikler ulus devletin çatısı altında bir araya getirilerek toplumsal bütünleşmeye ağırlık veriliyordu . Böylesine bir sürecin sonucunda Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüz civarında ulus devlet örgütleniyor ve bu doğrultuda dünya haritası değiştiriliyordu . Ne var ki , soğuk savaş sonrasında küreselleşme dönemine girdikten sonra küresel emperyalizmin örgütleri olarak büyük sermaye şirketleri ulus devletlere dönük bir saldırı politikasını gündeme getirince , her devletin milli sınırları içinde birleştirmeye çalıştığı yerel yönetimler ile yerli yapıların yeniden canlandırılarak, ulusal toplumların parçalanması üzerinden yerel yönetimlerin devletleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmıştır . Ulus devletlerin kendi çatıları altında bir araya getirdiği yerel yönetimler ile yerli düzenlerin canlandırılması ile,modernizm öncesi döneme geçiş için bir yönlendirme yapıldığı görülmüştür .

Ulus devletlerden eyalet devletlerine ve bu eyaletlerin bir araya getirilmesinden sonra da bölgesel federasyonlara geçiş için hazırlık yapıldığı bu aşamada , Türkiye gibi bir ulus devletin yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanıldığı bir yeni siyasete doğru yönlendirilmesi rastlantısal bir olgu değildir . Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafyanın çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyona doğru çekilmeye çalışıldığı yeni aşamada , bölgedeki ulus devletlerin üniter yapılarının ortadan kaldırılmak istendiği ve bu doğrultuda eyalet yapılanmaları doğrultusunda bölgesel bir entegrasyonun bölünerek gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir yeni süreç başlamıştır . Yerli kavramının kullanılmasıyla yerellik öne çıkarken , milli kavramının birlikte kullanılmasıyla da eyalet devletleri üzerinden parçalanmaya karşı bir tepki olarak yeni bir ulusalcı dalganın güçlenmesi önlenmek istenmektedir . Bu amaçla da dini topluluklar siyasal alana doğru çekilmekte ve giderek güçlenen ulusalcılık akımlarının önü kesilmeye çalışılmaktadır . Ne var ki , çağımızın bilimsel gelişmelerinin ortaya koyduğu gerçeklere göre , milli olan her şey hiçbir zaman yerli ya da yerel olamaz . Yerli düzenler ya da değerler ise millilik sıfatını durduk yerde kazanamaz .Zaman geçtikçe yerli değerler bölgeden bölgeye yayılabilir ve bir ulus devletin çatısı altında ya da ulusal sınırlar içerisinde millik özelliği kazanabilirler . Uluslaşmanın olduğu her yerde yerli yapılar ulusal entegrasyonun içinde erirler . Yerliliğin öne çıktığı aşamalarda ise yerel yönetimler güç kazanır ve o zaman da yerlilik geçerli bir durum kazanır ve uluslar ortadan kalkarlar . Bu nedenle milli olan aynı zamanda yerli olamaz , milli olan ise zaten yerlilikten çıkmış olarak kabül edilir.

21 Şubat 2019 Perşembe

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU (20-200-2000-5000) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ, NO: 250 - Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. "Ulus Devletin Sonu; Şehir Devletlerine Doğru!.."

ANKARA KALESİ -250

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU
(20-200-2000-5000)
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 14 Şubat 2019

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. Ulus devletlerin parçalanmasına, federasyonların dağılmasına ve ülke devletlerinin de şehirler üzerinden küçük yönetim birimlerine sürüklenmesine yol açacak kadar ciddi boyutlarda bir şehir devletleri olgusu, uluslararası konjonktürün bugünün dünyasına dayattığı bir yeni gelişme olarak öne çıkmaktadır. İnsanlığın gelecekte ulus, ülke ya da bölge devletleri yerine şehir devletlerinde yaşayacak bir duruma gelmesi, dünya düzeni üzerinde çok ciddi derecede değişimi gündeme getirmektedir. Yeryüzü kıtalarının üzerinde var olan devlet düzenleri çerçevesinde yayılmış bir doğrultuda yaşamakta olan insanların, gelecekte kentlerde toplanması ya da şehir devletleri yapılanması içinde yaşamaya zorunlu kılınması, uluslararası alanda önümüzdeki dönemde hem büyük sorunlara hem de beklenmedik değişimlere yol açacak gibi görünmektedir . İki kutuplu dünyadan uzaklaşmakta olan eski dünya düzeni çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi sonrasında tek kutuplu bir dünya için dönüştürülmeye çalışılırken, bu durumun tamamen aksi bir yönde çok kutuplu yeni bir yapılanma süreci ile karşı karşıya kalmıştır . Tek kutup yönünde dünyanın yeniden yapılandırılması için devletleri ve halkları baskı altına alan küresel sermayenin dayatmalarına önceleri ses çıkartmayan uluslararası kamu oyu , çeyrek asırlık bir zaman sonucunda birden çok kutuplu yeni bir yapılanma oluşumu ile karşılaşmıştır . İki kutuptan tek kutba dönüştürülmek istenen yeni dünya düzeni aşamasında birden çok kutuplu bir durumun ortaya çıkması ,küresel sermayenin oyunlarını bozmuş ve bu durumda dünya tek merkezci yönelişten ayrılarak çok merkezli bir oluşumun içine girmiştir .İkiden teke geçiş olamayınca çokluk olgusu öne çıkmış ama bu çokluğun ölçüsünün ne olacağı zaman içinde kaç merkezin ortaya çıkacağı belirsiz kalmıştır . Büyük devletlerin sayısının artması devletler arası çekişme ve rekabeti artırırken , orta boy devletler de yarışa aktif bir biçimde girerek ve sahip oldukları jeopolitik konumlarından yararlanarak , büyük devletler ile yarışa kalkmışlardır .

Büyük devletlerin sayılarının artmasıyla birlikte çokluk öne geçince , devletler arası siyasal mücadeleler çok daha değişik yönlere doğru gitmiş ve her devlet daha büyük olmaya çalışırken , diğer devletleri küçültmek doğrultusunda parçalayabilmenin çabası içine girmiştir.Bu nedenle ,küreselleşme döneminde var olan devletlerin bazı bölgelerinde bağımsızlık hareketleri dışarıdan desteklenmiştir . Büyük bölgelerin imparatorluklardan kopması ile ulus devletler , küçük bölgelerin devletleşmesi ile eyalet yapılanmaları ve de eyaletlerin içindeki şehirlerden birisinin büyüyerek merkez olarak öne geçmesiyle de şehir devletleri oluşumu devreye girmiştir . Günümüz koşullarında geçmişten gelen bir değişim sürecinin, devletlerin yapısını ve sayısını değiştirdiği yaşanan siyasal gelişmelerin ortaya çıkardığı tablo ile belli olmuştur . Orta çağın şehir devletleri yapılanması beş yüzyıl sonra yeniden gündeme gelirken , dünya tarihinin iyi okunması ve tarihsel süreç içinde de her yönü ile insanlığın gelişimi değerlendirilmek durumuna gelmiştir .Orta çağ sonrasında öncelikle derebeylik , sonra krallık , daha sonra imparatorluk ve sonraki aşamada ise ulus devlet modelleri dış konjonktürde öne çıkarak değişimin yönünü belirlerken , şimdi de belirli bölgelerin sınırları içinde bulundukları ülkelerden koparak devletleşmeye yönelmeleri ile insanlık yeni dönemde bir eyalet devleti modeline doğru bir kayma içerisine girmektedir .

Yirminci yüzyıla girerken imparatorluklar dönemi sürmekte ve bu doğrultuda yeryüzünde 20 devlet bulunmaktaydı . Birinci ve ikinci dünya savaşlarının getirmiş olduğu yıkıntılar ve imparatorlukların dağılmasıyla dünya haritasındaki devlet sayısı giderek artmıştır . İmparatorlukların parçalanması sürecini destekleyen bir başka gelişme de Avrupa devletlerine bağlı bulunan sömürgelerin bağımsızlık savaşlarını kazanarak , ayrı devletler haline dönüşmesi ile var olan devlet sayısı hızla artmıştır .Dünya savaşları sonrasındaki devlet oluşumlarını sonraki aşamada sömürgelerin devletleşmesi izlemiştir . Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgelerin bağımsızlığı , sonraki aşamada bazı büyük federasyonların da dağılmasına giden yolu açmıştır . Özellikle sosyalist sistemin çöküşü üzerine yirmiden fazla yeni devlet dünya sahnesinde yerini alınca, bu kez devlet sayısı 200’ü bulmuştur . Yirminci yüzyıla girerken 20 olan devlet sayısı bu yüzyıldan çıkarken 200 e ulaşarak , bugünkü siyasal haritanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur . Bir anlamda insanlık yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, var olan devlet yapılarının dağıtılması üzerine 180 devlet daha kazanmıştır .Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir aşamada, parçalanan imparatorlukların bölgeleri ile eski sömürgelerin teker teker uluslaşarak devlet modeli değiştirmesiyle birlikte, bir asırlık dönem içinde devlet sayısının 20 den 200 e çıktığı görülmektedir .Birleşmiş Milletler örgütünün tarih sahnesine çıkması üzerine , yeni kurulan devletlerin hepsi bu büyük uluslararası örgütün çatısı altında yer alarak insanlık dünyasının birer parçası haline gelmişlerdir .

Yirminci yüzyıl biterken sosyalist sistemin dağılması devlet sayısını birden 200 e çıkarırken , var olan devlet yapılarının bölünmesi ya da parçalanması süreçleri öne çıkmış ve bütün dünya ülkeleri bu durumdan etkilenerek yeni bölünme senaryoları ile karşı karşıya bırakılmışlardır .İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken devlet sayısı 20 den 200 e geçmiş, yirmi birinci yüzyıla girerken yeryüzü kıtaları 200 civarındaki ulus devlet ile yirmi birinci yüzyıla doğru giriş yapmıştır . Bugün var olan dünya haritası üzerinde 200 civarında ulus devlet yer almakta ve dünya yirminci yüzyıla 20 devlet ile girerken ,yirmi birinci yüzyıla ise 200 devlet ile girmek durumunda kalmıştır . İlk ve orta çağ dönemlerinde devlet biçimleri şehir devleti olarak devam ederken , yeni çağda imparatorluk olarak sürmüş ve yakın çağa gelince modernleşmenin yaratmış olduğu ulus devletler modeli ile devlet sayısı 200 e ulaşmıştır . 5 büyük kıtada 8 milyar insan yaşarken , üç yüz yılda oluşan uluslaşma olgusu ile 200 civarında ulus devlet 20. Yüzyılın siyasal modeli olarak insanlık tarihinde yerini almıştır . Yüz yılda devlet sayısının 20 den 200 e çıkması yaşam biçimlerini değiştirmiş ve sonraki dönemlere geçişi hızlandırmıştır .Üç asırlık bir oluşum süreci sonrasında ulus devletler dünya haritasının merkezi konumuna gelmişlerdir . Bilimsel devrimler , coğrafi keşifler ve ilerleyen teknolojinin getirdikleri ile , ulus devletler çağdaş uygarlığın önde gelen temsilcileri olarak insanlığın yaşam düzenlerinin belirlenmesinde etkin olmuşlardır . Çağdaşlık yolunda meydana gelen değişiklikler , insan toplumlarının zamanla uluslaşmasına yardımcı olmuş ve uluslaşan toplumlar da kendi ulus devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirilmişlerdir .

Küreselleşme süreci ile birlikte siyasal egemenlik yavaş yavaş tekelci şirketlerin eline geçmesiyle birlikte,siyasal güçler arasındaki savaş da büyük şirketler öne geçmiştir . Ekonomi üzerinden bütün dünyayı kontrol etmeye yönelen küresel sermayenin şirketleri devletler ile karşı karşıya kalınca , üzerlerinde devlet kontrolü istemedikleri ve vergi ödemekten kaçındıkları için ulus devletleri parçalanmaya doğru sürüklemişlerdir .İmparatorlukların parçalanmasıyla ulus devletler tarih sahnesine çıktığı gibi, egemen güçler bu kez yirmi birinci yüzyılda da benzeri bir geleceği ulus devletler için hazırlayarak, bu devletlerin içinde yer alan belirli bölgeleri eyalet devletler biçiminde ortaya çıkarmaya çalışmışlardır .Bugünkü aşamada 200 devletin bölünerek eyaletlerin ortaya çıkartılması yolundan devlet sayısını yüzyılın sonuna doğru 2000 e çıkarma gibi bir eğilim içine girmektedirler .Yeni yüzyılın koşullarında 5 kıtada 2000 eyalet devletinin yer alabilmesi için küresel şirketlerin elbirliği içinde ulus devletlerin siyasal ve hukuksal yapıları ile oynadıkları görülmektedir . Bu nedenle küreselleşme akımının başlamasıyla birlikte bütün dünya savaş ve iç çatışma alanlarına dönüştürülmüştür . Bütün etnik gruplar , dinicemaatlar ve kültürel toplulukların küresel şirketlerin desteği ve yönlendirmesiyle yaşadıkları bölgede kendi eyalet devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirildikleri ve bu amaçla batı kapitalist sistemi tarafından desteklendikleri çeşitli olaylar ile doğrulanmaktadır .Devletler var olan düzenleri içerisinde geleceğe dönük yeni siyasal ve yönetsel yapılanmalara reform programları içinde giderek güçlenmeye çalışırken , küresel şirketler güçlenen devletlerin denetimi altına girmemek için onları bölerek devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar . Eyaletleşme aşamasının tamamlanmasıyla birlikte iki yüz ulus devlet parçalanacak ve ortaya iki bin eyalet devleti çıkacaktır .Böylece , yirmi birinci yüzyıla 200 ulus devlet ile giren dünya, bu yüzyıldan çıkarken 2000 devlete sahip olarak yirmi ikinci yüzyıla girecektir . Böylece devlet sayısı önce 20 den 200 e ve daha sonra da 2000 sayısına ulaşacaktır .Orta çağ sonrasında dünyayı yönlendirme gücüne erişen küresel merkezler , kendi hegemonyalarını koruma çizgisinde model değişiklikleri üzerinden devlet sayısının artmasını her zaman desteklemişlerdir .

Küresel güçlerin planları doğrultusunda yirmi ikinci yüzyıla 2000 eyalet devleti ile girecek olan insanlık , bölünme ve parçalanmanın giderek hızla artması sonucunda eyaletlerin dağılması sürecini de yaşayacaktır . Bu doğrultuda her eyalet bölgesinde var olan şehirler arası rekabet öne çıkacak ve tıpkı krallıkların savaşarak imparatorlukları yaratması gibi eyaletlerdeki kentler de çatışma ve çekişme içinde büyüyerek ve güçlenerek şehir devletlerinin ortaya çıkmasına giden yolu açacaklardır .Böylece , 22.yüzyıla 2000 eyalet devleti ile girecek olan insanlık, giderek artan nüfusun yarattığı baskılar doğrultusunda eyaletlerin şehir devletlerine bölünmesiyle , bütün dünya kıtalarının üzerinde var olan kentlerin kendi alanlarında devletleşmeleri oluşumunu yaşayacaktır .Ulus devletlerin sınırları içindeki bölgelerin kendilerini yönetme hakkını ellerine geçirmesiyle, ortaya çıkan eyalet devletlerinin içinde yer alan kentlerin zamanla büyümeleri ve bağımsız yönetim birimleri aşamasına gelmeleri üzerine eyalet devletlerinin de iç karışıklıklar üzerinden bölünme aşamasına doğru sürüklenecekleri görülmektedir . Özellikle giderek artan nüfusun zorlamasıyla eyaletler içinde barındırdığı toplumsal yapıyı yönetemez bir aşamaya geldiği noktada ,kentlerin kendi yollarına giderek devletleşmeye yöneldikleri görülecektir . Siyasal gelişmeler giderek artan nüfusu yönetebilme doğrultusunda yeni ortamlar yaratacak ve böylece ulusal toplum yapılarının çözülmesinde ve parçalanmasında etkili olacaklardır .

22. yüzyıla 2000 devlet ile girecek olan insanlık yüz yıl daha sonra 23. Yüzyıla girerken de 5000 devletin çatısı altında yaşayabilecektir . Giderek artan nüfusun dünya kentlerini fazlasıyla genişletmesi üzerine şehir devletleri olgusu gelecek yüzyılın siyasal sürecinin ana çizgisini oluşturacaktır . İnsanlığın evrimi sürecinde devlet sayısı giderek artarken , devletlerin her dönemde farklı modeller ile ortaya çıktığı görülmektedir .Krallıklar imparatorluklara doğru dönüşünce ,sonraki aşamalarda ulus devletler ile eyalet devletler birbirini izlemiş ve bu sürecin son noktası olarak da , orta çağın şehir devletleri modelinin yeniden gündeme gelmesiyle insanlığın gelecekteki yaşam biçimi bu doğrultuda yönlendirilme noktasına gelinmiştir .Önceden planlanan gelecek projeleri doğrultusunda 23.yüzyılda dünya haritasında 5000 şehir devleti yer alacak ve bunlar arasında elektronik devrimin sonucunda gündeme getirilen bir elektronik bağlantı zinciri kurulmasıyla, yeryüzü haritası üzerinde şehirler küresel sistemin istasyon devletlerine dönüşebilecektir .Gelinen noktada insanlığın elektronik sisteme hapsedilmesiyle bu süreç başlamış ve geleceğe doğru yoluna devam etmektedir .Kentlerin ön planda olduğu ve insan toplumlarının buna göre yeniden yapılandırıldığı eskisinden çok farklı bir yaşam düzeni şehir devletleri uygulaması ile gündeme gelmektedir . İnsanların kimliği ve ülkeler ile var olan kişisel bağlantıları yeni dönemde artık kentler üzerinden belirlenecektir . Her kent bulunduğu bölgenin özellikleri ile devletleşerek öne çıkarken , insanlar da buna göre yeni bir yaşam düzenine sahip olacaklardır .

Ulus devletlerin dağılmamak ve eyaletlere bölünmemek korkusu yüzünden uygarlığın beşiği olan Avrupa kıtasında ,ABD ve SSCB gibi iki büyük bölgesel devlete karşı üçüncü büyük bölgesel devlet Avrupa Birliği yapılanması çerçevesinde yaratılmaya çalışılırken , ulus devletlerin bu doğrultuda direnmelerini kırmak üzere var olan kentlerin içinde bulundukları devletin merkezini oluşturan başkentler ile arasını açmak amacıyla, yerel yönetimler özerklik şartı getirilerek bütün üye devletlere baskı ile kabül ettirilmeye çalışılmıştır . Bu belgeye göre geleceğin dünyasında yerel yönetimler özerk olacak ve kesinlikle eskisi gibi içinde yer aldıkları devletin başkentine bağlı olmayacaklardır .Ulus devletlerin bütün kentleri eskiden başkente bağlı bir statüde varlıklarının koruyorlardı ve bu nedenle de bütün ülke kentleri başkentten yönetiliyordu . Başkentte yer alan parlamentoda kent temsilcileri eşit olarak yer alıyor ve başkentte kurulmuş olan devletin bütün kurumları aynı devletin çatısı altında birbirine hiyerarşik bir düzen çatısı altında bağlı olarak hareket ediyorlardı .Başkent statüsündeki kent ulus devletin merkezi olarak kendisine bağlı bulunan ülke kentlerini merkezi bir yönetim çatısı altında yönetme hakkını ve statüsünü ele geçiriyordu .Böyle bir düzen içinde kentler bağımsız hareket edemiyor ve başkentten gelecek egemenlik gücü doğrultusunda merkezi bir yönetimin parçası konumuna geliyorlardı .Avrupa kıtası üzerinde bir kıtasal birlik oluşturmak üzere gündeme getirilmiş olan Avrupa Birliği oluşumu sürecinde ulus devletlerin merkezi gücünü kırmak ve milli sınırları aşarak sınır ötesi bir bölgesel birlikteliği oluşturabilme doğrultusunda , başkentlerin ülkeden soyutlanarak devlete bağlı kentler üzerindeki yönetme gücü elinden alınmaya çalışılıyordu . Küresel şirketlerin yeni dünya düzeni planları doğrultusunda özerklik görünümü altında kentler başkentlerin yönetiminden çıkartılarak, ekonomi ve piyasalar üzerinden tekelci şirketlerin hegemonya alanlarına çekiliyordu . Demokratiklik görüntüsünü özerklik statüsü ilekoruyarak geleceğin şehir devletlerine giden yol özerklik statüsü ile kentlere kazandırılmaya çalışılıyordu .Böylece devlet sayısını fazlasıyla artıran bir yeni yapılanma devreye sokuluyordu . Başkentlerin kentleri yönetme yetkisi elinden alınarak halk kitleleri şirketlerin insiyatifinebırakılıyordu .

Çağdaş demokrasilerin ikili yapılanması çerçevesinde hem genel hem de yerel olarak yapılan seçimlerde değişen koşullarda halk kitlelerinin daha gelişmiş bir yaşam düzenine sahip olabilmeleri amacıyla yeni yapılanmalar devreye sokulmaktadır . Bugünün ulus devletlerini yönetmek durumunda olan merkezi iktidarlar çağdaş demokrasilerin yerelci yaklaşımlarından uzak kalmamak için yeni yeni yaklaşımlar geliştirmektedirler .Güncel sorunların aşılabilmesi doğrultusunda geliştirilen yeni politik girişimler , aynı zamanda devlet sayısını 2000 e çıkartacak çizgide şehir devletlerini yaratabilecek oluşumları da beraberinde getirmektedir . Bir ulus devletin başkentinde yer alan merkezi devlet kurumları varken , bu duruma aykırı bir biçimde ekonomik kalkınma ajansları kurularak faaliyete geçirilebilmektedir . Bütün devlet kurumları başkentte birleşik olarak varken , aynı zamanda bir kent olan başkentin geleceği diğer kentlerde olduğu gibi ekonomik kalkınma ajansları gibi yerelci örgütlenmeler aracılığı ile belirlenmeye çalışılmaktadır . Başkentler bütün ülkede yer alan diğer kentler için çözüm üretmek durumunda kalırlarken ,aynı zamanda devletin bakanlıklarını devre dışı bırakan bir yerelci uygulama olarak ekonomik kalkınma ajansları devreye konarak ve kentin geleceği merkezi devletin elinden alınarak, ekonomik alan piyasa oluşumları üzerinden küresel şirketlerin insiyatiflerine terk edilmeye çalışılmaktadır . Başkentin içinde barındırdığı ekonomi bakanlığı devre dışı bırakılırken , kentsel oluşumlar çerçevesinde ekonomik kalkınma ajansları ile kentlerin geleceği belirlenerek şehir devletleri dönemine geçiş hedeflenmektedir .

Yerel yönetimcilik görüntüsü altında kentlerin şehir devletlerine dönüşmesi planı gerçekleştirilirken , aynı zamanda var olan devletlerin birimleri yeni döneme geçiş aşamasında ,hem ulus devletin tasfiyesinde hem de bunun yerini alacak eyaletler ile şehir devletleri yapılanmalarının kurulması doğrultusunda kullanılmaktadırlar . Bir anlamda kamu kurumları devlet modellerinin değiştirilmesi sürecinde eyaletleşme üzerinden şehir devletlerine giden yolda kullanılmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm planları doğrultusunda kentler yeni baştan ele alınırken , kentleri çevreleyen tarımsal alanlardaki nüfusun kent merkezlerinde toplanmalarına dikkat edilmektedir .Tarımsal üretimin kısıtlanmasıyla düzeni bozulan kırsal kesim insanları kent varoşlarına doluşturulurken , bunların gereksinmeleri yerel yönetimler aracılığı ile karşılanarak, merkezi devletin bu alandan geri çekilmesi istenmektedir .Bu doğrultuda merkezi alandaki eski yapıların yıkılmalarına öncelik verilmekte , boşalan yerlere ise yeni rant tesisleri yapılarak kentsel alanlar hızla kazanç bölgelerine dönüştürülmektedir . Bir anlamda kentsel dönüşüm adı altında eski kentler yıkılarak yerlerine batılıların deyimi ile kazanç kentleri biçiminde profitopolis yapılanmaları gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır .Kırsal kesim nüfusu kent merkezlerinde bir araya getirilirken,merkezi alandaki eski yapıların yıkılarak toplu konut alanlarına , gökdelen yapılanmalarına , geleneksel çarşıları devre dışı bırakacak doğrultuda yeni alış veriş merkezlerine önde gelen bir biçimde yer verildiği görülmektedir . Geleceğin şehir devletlerinin gereksinmelerini karşılayacak düzeyde bir yeni yaklaşım ulus devletlerin yeni yönetimlerine dışarıdan empoze edilmekte ve bu doğrultuda küresel şirketlerin çıkarlarına öncelik verilerek , kentsel kamu alanları yeni şehir devletlerinin etkinlik sahaları olarak yeniden düzenlenmektedir . Dönüşüm programları aracılığı ile kentler şehir devletlerine doğru dönüştürülürken ulus devletler dönemi kapanmakta ve bunlar tarihe mal olurken , geleceğin şehir devletleri küresel alanda öne çıkmaktadırlar . Uluslararası tekelci şirketler sahip oldukları zenginliği ve satın aldıkları teknolojiyi kullanarak ve siyaseti finanse ederek kentler üzerinden ulus devletleri parçalamaktadırlar .

Yerel seçimler dönemlerinde kentlerin yönetimi sorunu öne çıkınca, kentlilerin oylarını alarak yerel yönetimleri yönetme hakkını elde etmeye çalışan siyasal kadrolar seçim programlarında nasıl bir kent yapılanması ve yönetimi istediklerini açıkça ortaya koymak durumunda kalmaktadırlar . Nasıl bir kent ve nasıl bir kent yönetimi sorularına verilmek istenen yanıtlar ,aslında geleceğin şehir devletleri oluşumunun önünü de açarak insanlığı 5000 şehir devleti üzerinden yönetecek yepyeni bir yapılanmayı halkın gözleri önüne sermektedir . Tek bir dünya devleti çatısı altında insanlığı bir araya getirmeye yönelen küreselleşme olgusunun getirdikleri ,yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması aşamasında öne çıkartılmaktadır. Bu doğrultuda yapılan kent planları geleceğin şehir devletlerinin meydana getirilmesinde esas alınırken , var olan teknolojinin olanaklarından yararlanılarak kentsel devletleşmesinin altyapıları öncelikli olarak tamamlanmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm tam anlamıyla başkente bağımlı kentler olmaktan çıkarak geleceğin özerk ve bağımsız şehir devletlerine giden yolda tamamlanmaya çalışılmaktadır . Çağdaş teknolojilerin verilerinden yararlanılarak geliştirilmiş olan projeler, kentler arasındaki rekabet ve yarışmaları özendirecek bir biçimde uygulama alanına aktarılmaktadır . Merkezi bir yapıyı dışlayan bu tür yerelci bir gelişim süreci içinde, yaratılmaya çalışılan akıllı kentler bir anlamda devlet aklını kullanamayan ulus devletlerin sonrasını da belirlemektedir .Devlet ya da siyasal aklın kentsel ölçekte kullanılmaları , var olan devletlerin kendilerini yenileyerek güçlendirecek bir çizgide yeni bir devlet aklı geliştirilmelerine fırsat bırakmamaktadır .

Küresel sermayenin güdümündeki tekelci şirketler kendi çıkarları doğrultusunda geleceğe dönük projeleri finanse ederken insan gerçeği geride bırakılmakta ve varoşlarda toplanan büyük kalabalıkların gereksinmeleri üzerinden kentlerde maddi bir yeni ekonomik düzen oluşturulmaya çalışılmaktadır .İnsanı ihmal eden ve sürekli olarak maddi gereksinmeleri öne çıkartan yeni kentleşme süreçleri ne karşı halk kitleleri karşı çıkarken insanların doğal gereksinmelerine öncelik verecek insan merkezli kentlerin kurulması kendiliğinden gündeme gelmektedir . Vatandaşlık bilincine sahip olan her insanın anayasal hukuk devleti çatısı altında her türlü gereksinmesi karşılanması gerekirken , küresel sermayenin pazarları ile satın alınmaya çalışılan yeni kentsel dönüşüm planlarına dikkat etmek gerekmektedir . Çağın gerçekleri doğrultusunda öne çıkan yeni kamusal süreçte sorumluluk sahibi olan herkesin , kamu düzenine sahip çıkarak kamu yararını gerçekleştirmek gibi bir asli görevi yerine getirmesi giderek zorunluluk kazanmaktadır . Her kentin nüfusunu dikkate alan yerel yönetimlerin kitlesel beklentileri öncelikle karşılaması gerekmektedir . Küresel sermaye değer üreten kentler yaratıyoruz reklamı ile şehir devletlerini geleceğe doğru yönlendirirken ,kent nüfusunun çoğunluğunu oluşturan vatandaşların toplumsal bir adalet düzeni doğrultusunda gelişmeleri yönlendirmeye çalışmasında yarar bulunmaktadır .

Halk kitleleri yerel seçimlere girerek ve kent yönetimine katılacak düzeyde bir halk yönetimi oluşturma doğrultusunda aktif vatandaşlık anlayışını geliştirerek,kentlerin çıkarcı emperyalist plan ve projelere alet olmalarını önlemek durumundadırlar .Sermayeninkontrolunda tek bir dünya devleti isteyenlerin kentleri kullanarak ulus devletleri yıkıma götürmesine, halk kitleleri daha fazla ezilmemek için artık izin vermemelidir . Kent hukuku kentsel haksızlıkları önlemek için kullanılmalı , kentsel haklar görünümünde ulusları ve halk kitlelerini devre dışı bırakan yanlış bir kent bağnazlığına teslim olunmamalıdır . Kentler artık ulusal başkentler ile birlik olarak ülkelerinin geleceğini arayan politikaları öne çıkarmalıdır .

Geleceğin dünyasına hazırlık olsun diye, bazı adaları devlet konumuna dönüştürerek Malta ya da Singapur gibi kent büyüklüğündeki kara parçalarını bağımsız devlet olarak tanımak , ya da Büyük Okyanusun çeşitli bölgelerine dağılmış olan küçücük adacıkları Birleşmiş Milletlere tam üye olarak bağlı bulunan devlet statüsü vermek ,küçük güzeldir yaklaşımı çerçevesinde bütün dünya kamuoyuna karşı küçücük adalar ile birlikte onların küçüklüğünde kentleri de devletleştirerek sahneye çıkarmanın ön hazırlığı olarak göze çarpmaktadır . Rusya ,Çin,Kanada ,Avustralya ve de Hindistan gibi çok büyük kıtasal ülkeler ile uluslararası hukuka göre eşit devlet statüsü konumunu adacıklara ya da kentlere vermek yeryüzü haritasında çok büyük dengesiz durumlara yol açmaktadır . Bu yüzden de ABD gibi batının önde gelen emperyalist güçleri ,bir süper devlet olarak kentleri ve adaların bağımsız devlet statüsünü tanımayarak bunları bir gecede işgal edebilmekte, ya da tamamen tersi bir doğrultuda bazı büyük devletleri parçalayarak küçültmek doğrultusunda ya da askeri hegemonya planları çizgisinde Okinawa gibi adaları askeri üslere dönüştürerek, yeni bir kentsel oluşum örneğini dünya haritası üzerinde öne çıkarmaktadır . Singapur gibi bir ada devletini gelecek yüzyılların örnek şehir devleti olarak insanlığa empoze eden küresel güçler, önümüzdeki yıllarda bütün adaları ve kentleri yerel yönetimler görünümü altında şehir devletleri yapılanmasına doğru sürüklemektedir .Bu durumda parçalanma riski taşıyan bütün büyük devletler ,kendilerine bağlı bulunan kentlerin ve adaların gelecekte, kendi ülkelerinden koparak ayrı bir devlet statüsüne kavuşmalarına pek de olumlu bakmamaktadırlar .

Önümüzdeki dönemde dünya nüfusu on milyara doğru tırmanırken ve bütün ülkelerde nüfus yoğunluğu giderek artarken, başkentlerde örgütlenmiş olan merkezi devletler giderek artan bu yükü taşımakta fazlasıyla zorlanmaktadırlar . Gelinen noktada bütün devletlerin idari yapılanmalarında ciddi sarsıntılar yaşanmakta ve bu yüzden yönetim reformları kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmektedir . Artan nüfusun ortaya çıkardığı baskılar emperyal projeler doğrultusunda küresel merkezler tarafından yönlendirilmeye başlandığında , bütün ulus devletleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları devreye girerek ulus devletleri tarihin arka planına doğru itmektedir.Türkiye bu açıdan hem çok kritik bir coğrafyada bulunmaktadır hem de toplumsal ve jeopolitik konumu gereği de bir çok açıdan dağılma riski ile karşılaşmaktadır . Küresel sermayenin tekelci şirketleri bütün ulus devletlere yönelik bölücü girişimlerini tırmandırdıkça , ulus devletlerin kenar ve kıyı bölgelerinden yeni parçalanma senaryoları ortaya çıkacak ve bu doğrultuda yeni eyalet ya da kent merkezli yapılanmalar, şehir devletleri olarak yeni dünya haritası üzerinde kimlik kazanacaktır. Bu doğrultuda bütün devletlerin önümüzdeki dönemde merkezci güçler ile yerelci güçler arasında giderek tırmanan bir siyasal çekişme sürecine gideceği artık açıkça görülmektedir .

Bu aşamada yapılması gereken ,dünya barışı ve var olan devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda merkezci ve yerelcigüçlerin bir araya gelerek yeni bir model zeminin de geliştirilecek ortak plan çerçevesinde anlaşmaya varmalarıdır . Yapılacak olan öncelikle artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir .Ama aynı zamanda sayıları çok artan yerel yönetimleri izleyecek , denetleyecek ve merkezden uyumlu bir biçimde yönetecek düzeyde güçlendirilmiş bir merkezi yönetimin de milli idari reform programları ile bir an önce kurulması gerekmektedir . Güçlü merkezi yönetimler ancak yenilenen ulus devlet projeleri ile kurulabilecektir .Bu doğrultuda ,yarım kalan uluslaşma süreçlerinin bütün dünya ülkelerinde acilen tamamlanması gerekmektedir .

11 Şubat 2019 Pazartesi

YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ, NO: 95 (Ankara, 11 Şubat 2019-Pazartesi)

ANKARA KALESİ NO: 95,   
YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 
Ankara, 11 Şubat 2019

Ankara Kalesi No: 95
Güncelleme: 250
Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor . Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre ,önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır . Böylesine bir aşamada siyasal partiler seçmen önüne çıkmağa hazırlanmaktalar ve bu doğrultuda programlar ve planlar hazırlayarak ve her gün halkın önüne çıkarak ,seçim kazanmak üzere yeni manevralara hazırlandıkları göze çarpmaktadır . Halk kitlelerini yakından ilgilendiren hemen hemen her konuda başlıca partilerin yeni hazırlıklara girdikleri ve bu doğrultuda genel seçimler öncesinde yeni programları Türk kamuoyuna açıklayarak arkalarındaki halk desteğini artırabilmek üzere harekete geçtikleri anlaşılmaktadır . Siyasal partilerin başlıca hedefi olan iktidara gelmek ancak genel seçimler yolu ile mümkün olabildiğinden , böylesine bir geçitten geçebilmek üzere önde gelen büyük partilerin  Türkiye’nin en önemli sorunlarına yeni çözümler üreterek gelecek dönemde Türkiye Cumhuriyetini yönetmeğe talip oldukları ,bu tür girişimlerinden açıkca ortaya çıkmaktadır . Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür. Seçimlere doğru yeni gazetelerin ve dergilerin çıkması kamuoyundaki tartışmaları tırmandıracağı gibi ,partilerin seçim bildirgeleri ve programları da Türkiye’yi genel seçim atmosferine hazırlayacaktır .
İçinden geçilmekte olan değişim sürecinde Türkiye bir çok konuda zorlanmakta , değişimin dayattığı sorunlar ile geçmişten gelen geleneksel sorunlar bir araya gelerek  ,zamanla içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağını Türkiye’yi yönetmeğe talip olan partilerin ve siyasetçilerin önüne çıkmaktadır . Tek tek ele alındığında daha kolay çözüme kavuşturulabilecek bazı sorunların daha genel anlamda ve başka sorunlar ile beraber ele alınması ,ya da bütün boyutları ile masaya yatırılması gibi durumlarda gene içinden çıkılmaz durumlar ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir . Bu nedenle hem siyasi partiler hem de siyaset kadroları ciddi boyutlarda zorlanmaktadırlar . Öyle ki , Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan doğruya geleceğini etkileyecek derecedeki çok önemli ve yaşamsal sorunlara böylesine bir ortamda çözüm bulmakta Türk toplumu giderek gecikmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin sorunları çözümsüz bir doğrultuda sürünüp gitmektedir . Zaman en acımasız hakem olarak bu durumu açıkca ortaya koymakta ne var ki , Türkiye gene de ana sorunlarına çözüm üretebilecek olgunluk aşamasına gelememektedir . Böylesine bir gecikmenin dış konjonktürden gelen nedenleri olduğu gibi ,içeriye yansıyan boyutları ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir türlü olumlu bir çizgide kesin ve kalıcı çözümler için elverişli bir ortama gelememesi de etkili olmaktadır . Bu doğrultuda çözüme kavuşturulamayan sorunlar giderek karmaşık bir yapıya dönüşmekte ve içinden çıkılmaz bir duruma dönüştüğü aşamada ise ,bazı haklı ya da haksız tepkiler ile karşılaşarak iyice yokuşa gitmektedir .

Son zamanlarda bölücü hareketler ve terör sorunu üzerinden Türkiye’nin gündemindeki bir numaralı sorun olarak duran güneydoğu sorunu ,bir türlü çözüme kavuşamamakta , iyi niyetli çözüm girişimleri bir türlü sonuca ulaşamamakta ,bu arada kötü niyetli siyasal girişimler de engelleyici faktörler olarak devreye girdiği aşamada sorunu çözüme kavuşturmak hedefi iyice uzaklaşarak imkansızlık noktasına gelmektedir .Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla beraber gündeme gelen bu sorun zamanımızda iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiş ve iyi niyetli girişimler giderek sonuçsuz kalınca ,bu kez de kötü niyetli girişimler bu sorunun Türkiye Cumhuriyetine ve komşu devletlere karşı kullanılması gibi bir yeni olumsuz gelişmenin öne çıkmasına neden olmuştur . Sorunu çözemeyen iç ve dış siyasal çevreler bu kez içine girilen çözümsüzlük aşamasında bu kez sorunu birbirlerine karşı çözümsüzlük doğrultusunda kullanmağa başlamışlar ,karşı tarafların çözümlerinin engellenebilmesi için görünüşte yeni adımlar atılmış ve bu adımların sorunu çözmeğe değil tamamen tersine çözümsüzlük istikametine doğru çektiği belirli bir zaman dilimi geçtikten sonra görülmeğe başlanmıştır . Bunun anlaşılması üzerine ,güneydoğu da çözüm bekleyişi içinde olan ilgili çevrelerin umutları tükenmeğe başlamış ve bir anlamda aldırmazlık tutumu bu çevrelerde giderek etkili olmağa başlamıştır . Sorunu barış içinde çözemeyenler savaş ve terör yollarını denemişler ama bu yoldan da bir sonuç elde edememişlerdir . Terör ile Türkiye Cumhuriyetinin yıkılamıyacağı , Irak ya da Yugoslavya’daki gibi bölünemiyeceği artık kesin olarak anlaşılmıştır . Ne var ki , Türk devletinin de bütün gücüne rağmen terör örgütünü kesin olarak yok edemiyeceği anlaşılmış ve bu aşamadan sonra ,güneydoğu sorununun Türk devletinin yıkılmazlığı ile bölgedeki etnik halkın terör örgütlenmesi arasına sıkışıp kaldığı belli olmuştur . Terör örgütü Türk devletini otuz yıl sonra yıkamayınca , bölge halkı terör yolu ile sonuca gidemeyeceğini anlamıştır .Terör örgütünün arkasında ise bölgeye dönük stratejik hesapları olan ABD,İngiltere ,Almanya ,Fransa ve İsrail gibi emperyal batılı devletlerin açık desteği olması yüzünden de Türk devleti de bu bölgedeki etnik terörü kendi gücü ile sona erdiremiyeceğini anlamış durumdadır .

Gelinen noktada ,güneydoğu sorununun devlet baskısı ile ya da etnik halkın terör örgütlenmesiyle çözülemiyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı görülmektedir . Artık Kürt yok diyerek ya da dağlık bölgeden gelen kart kurt sesleri masalları ile güneydoğu sorununun olumlu bir sonuca bağlanamıyacağı iyice belli olmuş ve soğuk savaş sonrası aşamada içine girilen küreselleşme döneminin dinamiklerinin etnik kökenleri öne çıkarması nedeniyle sorun daha da büyüyerek iyice içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiştir . Eski dönemde Türkiye’nin komşu ülkelerini Türkiye’ye karşı terör eylemleri için etnik gruplaşmalar doğrultusunda kullanan Türkiye’nin dostu ve müttefiki görünümündeki batılı emperyal devletler yeni dönemde bu şanslarını yitirmişler , soğuk savaş sonrasında sınır komşularıyla dana yakın ilişkiler içerisine giren Türkiye Cumhuriyeti komşularını da bölücülük doğrultusunda tehdit eden etnik teröre karşı bölgesel bir işbirliği ve dayanışma dönemini başlatmıştır . Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini Türkiye’ye karşı birer terör üssü olarak kullanan bölücü illegal örgüt yeni dönemde bu şansını yitirince iyice toplumsal desteğini kaybetmiştir .,Kitlesel destekten mahrum kalan bölücü örgüt yeni dönemde eski iddialarını sürdürebilmek için ,batının emperyal devletlerinin desteğine sığınmış ve Avrupa Birliği oluşumu üzerinden Avrupa ülkelerini , Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden de ABD ve İsrail devletlerinin desteklerini korumağa çalışmış ve bu ülkeleri n Türkiye üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak , Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde kendi istedikleri doğrultuda bir çözüm üretmeğe çaba göstermişlerdir . Nato üyesi ve AB aday ülkesi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile olan yakın ilişkilerinden yararlanarak , batılı ülkeleri Türkiye’yi bölücü örgütün planları doğrultusunda bir çözüme zorlama dönemi de son yıllarda giderek artan baskı ve şantajlara rağmen sonuç vermemiş ,bu doğrultuda geliştirilen bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır . Artık eski tutumlar ya da senaryolar ile sonuç alınamıyacağı kesin olarak belli olmuştur .

Bölücü etnik terör yüzünden otuz yılda otuz bin insanını kaybeden Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki aşamada yeniden bir terör dönemine zorlanması hiçbir biçimde sonuç vermeyeceği gibi tamamen tersine bir doğrultuda tepkisel olumsuz sonuçlara da giden yolları açabilir .Türkiye artık geri zekalı ya da aptal bir ülke konumuna hiçbir biçimde düşürülemiyecek derecede bir olgunlaşma aşamasına gelmiştir . Çeyrek yüzyılı aşan bir sürede yaşanan olaylar , Türk insanını bilinçlendirdiği gibi Türk devletinin de giderek güçlenmesine neden olmuştur . Eskisinden daha güçlü bir konuma gelen Türkiye Cumhuriyetinin Yugoslavya’da yaşanan iyiniyetli demokrasi senaryoları ile safca parçalanmağa doğru sürüklenecek bir geri ülke ya da zayıf devlet konumundan hızla uzaklaştığının görülmesi gerekmektedir . Bu konuda kararlı görünen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi maalesef hedeflerine ulaşmakta fazlasıyla gecikmişlerdir . Son yıllardaki bütün zorlamalara rağmen istediklerini elde edemeyen bu emperyal güçler gene aynı kafada olmalarına rağmen , aradan geçen yıllardan sonra dönemin değiştiğini ve Türkiye’nin artık dıştan yetiştirilen ve dışarıdan gönderilen siyasetçiler ile uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile yönetilemiyeceğini artık görmeleri gerekmektedir . Zaman içerisinde doğrular ve yanlışlar ortaya çıkmış ve küresel sermayenin güdümündeki medya ile ya da siyasetin küresel sermaye tarafından finanse edilmesiyle dışa bağlı güçlerin ya da kadroların aracılığı ile Türkiye’nin bir yerlere sürüklenerek yönetilemiyeceği artık kesin olarak ortaya çıkmıştır . Geçmiş dönemde yaşanan olaylardan herkesin bir ders çıkarması gerektiği görülmektedir . Çıkarılan derslerden alınacak olumlu sonuçlara göre yeni dönemde davranılması gerektiği anlaşıldığı için ,hiç kimse ya da taraf bütün sorunlarda olduğu gibi güneydoğu ya da doğu Anadolu sorunlarında da eskisi gibi hareket ederek zorlayıcı ve baskıcı girişimler ile sonuç almağa yönelme hakkı bulunmamaktadır . Soğuk savaşdan küreselleşme aşamasına geçiş döneminde ortaya çıkan bölücü terörün sonuçsuzluğu ve hiçbir işe yaramazlığı kesinlik kazandığına göre , yeniden böylesine yöntemlere başvurulması durumunda Türk devletinin ve Türk ulusunun ,ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından göstereceği tepkiler eskisinden çok farklı ve ağır olabilir . Bu nedenle , böylesine olumsuz tepkilere yol açabilecek zorlayıcı girişimlerden vazgeçilmesi öncelikle sorunun barış ortamında daha sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesine yardımcı olacak ve bu doğrultuda yeni olumlu adımların atılabilmesi için elverişli bir ortamı yaratabilecektir .

Türkiye genel seçimlere giderken sadece güneydoğu sorunu değil ama bütünüyle Doğu Anadolu bir büyük sorun olarak Türk kamuoyunun önüne gelmiştir . Yeni dönemde Türkiye bölgeye sadece güneyden ya da güneydoğu sorunu olarak değil ama bütünüyle ülkenin doğu bölgelerini içine alacak düzeyde bir doğu sorunu olarak bakmak durumundadır . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğu bölgesini oluşturan , güneydoğu,doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri artık beraberce dikkate alınmak durumundadır .Ulusal kurtuluş savaşını yönetmek üzere Samsun’a çıkan Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün izlediği siyasette bu doğrultuda gelişmiştir . Doğu Karadeniz’deki Pontus çetecilerine karşı güvenlik oluşturmak üzere Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş savaşına ülkenin doğusundan başlayarak işe girişmiş ve öncelikle Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz’in birlikteliğini sağlayacak olan Erzurum Kongresi ile resmi çalışmalarına başlamıştır . Erzurum Kongresi öncesinde ülkenin her köşesinde iki yüz civarında kongre ve toplantı yapılmasına rağmen , yerel ya da bölgesel düzeyde sonuç alınamamış ve daha sonraki aşamada Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu’da birlik ve bütünlük sağlaması üzerine gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşı başlamıştır . Dünyanın tam ortasında her tarafı açık bir konumda yer alan Anadolu yarımadası üzerinde bir bağımsız devlet düzeninin oluşturulabilmesi için jeopolitik ve stratejik açılardan öncelikle Doğu Anadolu’nun güvence altına alınması zorunlu görünüyordu. Doğu Anadolu Erzurum Kongresi ile güvence altına alındıktan sonra sıra ülkenin diğer bölgelerine gelmiş ve daha sonraki aşamada Doğu Anadolu bölgesinde sağlanmış olan birlikteliğin Misakı Milli sınırları doğrultusunda ülkenin batı,güney ve kuzey bölgelerine de taşındığı görülmüştür . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında yaşanan bu siyasal gelişmeler , Anadolu üzerindeki bu üniter ulus devletin bağımsız bir siyasal düzen oluşturabilmesi açısından Doğu Anadolu’nun birlikteliği ve bütünlüğünün yaşamsal bir öneme sahip bulunduğunu açıkca göstermiştir . Türkiye’nin doğusunda bulunan üç coğrafi bölgenin bir bütünlük içerisinde merkeze bağlı olmasının ülkenin batı bölgelerinin başkent Ankara’dan merkezi olarak yönetilebilmesi açısından da gerekli olduğu görülmüştür . Doğusunu güvenceye alan Ankara yönetimi batı bölgelerini yönetebilir konuma gelebilmiştir . Doğusunu koruyamayan bir Ankara yönetimini batı bölgelerinin de ciddiye almayacağı açıktır . Bu nedenle , Türkiye Doğu Anadolu için geliştireceği çözüm önerilerinde devletin kuruluş yapısı ,modeli ve ilkelerini öncelikle göz önünde tutmak zorundadır . Bu gerçeği güneydoğu’da ayrı devlet isteyenlerin ya da Kuzey Irak’a Türkiye’nin güneydoğusunu da bağlamak isteyenlerin acilen görmelerinde barış koşullarının korunabilmesi açısından yarar vardır .

Türk devleti Doğu Anadolu’ya başkent Ankara’dan bakmak durumundadır . Devletin böylesine bir merkezi yapıda kurulmuş olması nedeniyle , hareket noktası başkent Ankara’nın kontrolu altındaki Misakı Milli sınırları içerisinde üniter bir bütünlüğün öncelikle korunması ve böylesine bir siyasal yapılanmanın üzerinde duran ulus devletin varlığının geleceğe dönük sürdürülebilmesi açısından devletin kurucusu Atatürk tarafından belirlenmiş olan devlet modelinin öncelikle korunması gerekmektedir .Bu durum aynı zamanda bir anayasal zorunluluk olarak da devreye girmekte ve ülkenin her bölgesine merkezden aynı doğrultuda bakış açılarının geliştirilebileceğini göstermektedir . Türk devleti Ankara merkezli bir hukuki yapıya sahiptir ama Ankara’da ulusal ve üniter devletin kurulmasına giden yol Doğu Anadolu’daki Erzurum Kongresi ile başlatılabilmiştir . Erzurum Kongresi o koşullarda yapılamasaydı Sivas’da bir büyük ulusal kongre hiç yapılamaz ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşuna giden kararlar Türk ulusunun ülkenin bütün bölgelerinden gelen il ve bölge temsilcilerinin katılımıyla hiçbir biçimde kurulamazdı . Bu nedenle , Doğu Anadolu’nun geleceği denlince akla Erzurum Kongresi , Türkiye’nin geleceği denilince de akla Sivas Kongresi gelmektedir .Atatürk Misakı Milli sınırları içerisinde bir ulus devleti üniter yapı içerisinde oluştururken Doğu Anadolu’da güneydoğu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin birlikteliğini öncelikle sağlamış ve daha sonraki aşamada da bu durumun ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından korunmasına öncelik vermiştir . Atatürk Cumhuriyetinin çatısı altında Doğu Anadolu’ya bakış açısını  bu nedenle öncelikle Erzurum Kongresi olgusu ile değerlendirmek gerekmektedir . Erzurum Kongresi bakış açısıyla Doğu Anadolu’ya bakıldığı zaman , emperyalizmin gelecekte muhtemel küçük etnik devletlerin başkenti olarak öne sürmeğe çalıştığı Diyarbakır,Van ve Trabzon kentinin bütünüyle Doğu Anadolu bölgesinin kopmaz parçaları olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir . Bölücü partinin belediye başkanı Diyarbakırı Batman ile birleştirip özerklik isterken ,aynı taleplerini Trabzon ve Van için de gündeme getirmekte ve Emeniler ile Rumların desteğini alarak , güneydoğu’da bir Kürdistan’ın kuruluşunu Türk devletine karşı dayatmağa çalışmaktadır . Hala Sevr rüyaları gören bölücüler , sadece Diyarbakır’ı tek başına kurtaramayınca bu kez Van ve Trabzon’u da öne atarak Doğu Anadolu’da muhtemel bir Ermenistan ve Pontus Cumhuriyetleri oluşumunu yeniden devreye sokmağa çalışmaktadırlar .

Geçen hafta sonunda Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili bir bölge toplantısını , Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuş olan ana muhalefet partisinin müstakbel Büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlediği görülmüştür . Başkent Ankara’dan çok uzak bir düzeyde yapılan bu toplantıda İstanbul ile Doğu bölgesinin temsilcisi olan bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de katılmış ve bölgenin geleceği İstanbul merkezli bir bakış açısı ile Ankara ‘dan gelebilecek temsilciler devre dışı bırakılarak ve en önemlisi halen Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneğinin toplantıya gelmiş olan temsilcileri dışarıda bırakılarak toplantıyla devam edilmek istenmiştir . Atatürk’ün partsinin Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışlayarak böylesine bir bölge toplantısı yapması hem bölgede hem de ulusalcı ve cumhuriyetçi kamuoyunda ciddi tedirginlikler ve kuşkular yaratmış ve “nereye gidiyoruz “ sorularını öne çıkarmıştır . Atatürk’ün devlet modelini savunması gereken Atatürk’ün partisi , Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bir bakış açısı ile bakması gerekirken ,bu konuda kendisine en fazla yardım yapabilecek düzeydeki ulusal birikime sahip olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışarıda bırakarak bölge toplantısını yapmağa çalışması , çok ciddi tedirginliklere neden olmuştur . Bölücü etnik terör örgütüne yakın duran bazı sivil toplum kuruluşları ile bu doğrultuda siyasete yakın duran bazı temsilcilerin toplantıya katılmaları , devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bakış açısından vazgeçtiğine dair tartışmaları de beraberinde kamuoyuna getirmiştir . Doğu Anadolu’nun bütünlüğüne öncelik vermeyen , güneydoğu sorununu Doğu Anadolunun birlik ve bütünlüğü dışında ele alan , Kuzey Irak benzeri bir yeni yapılanmayı çözüm diye Türkiye’nin güneydoğu bölgesine getirmek isteyen bir yaklaşım hiç bir zaman ,Doğu Anadoluyu kurucu önder Atatürk’ün devlet modeline göre değerlendiremiyecektir . Güneydoğu’ya öncelik vererek Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin dışlanması ya da ikinci planda bırakılması ,bölgeye Erzurum Kongresi sonrasında getirilmiş olan bütüncül bakış açısını ve yaklaşımları ortadan kaldırarak bölücü sonuçlar verebilecektir . Bölücü örgüt yandaşı sivil toplumcular ile , başkent Ankara’ya yüz belediye başkanını bir araya getirerek bölgesel meydan okuyanlar ile Doğu Anadolu’ya bütüncül bir yaklaşım geliştirilemez ve bu nedenle de kalıcı ve Türkiye’nin devlet modeline uygun bir çözüm getirilemez .

Ne var ki , Doğu Anadolu’nun bütünlüğü dışlanarak sadece güneydoğu bölgesinin ele alınmasıyla ancak bölücü örgütün ve Türkiye’yi bölmek isteyen batılı emperyal ve siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürülebilir . İstanbul sermayesinin çıkarlarına geçmişte teslim olan Atatürk’ün partisinin yeni dönem açılımında gene İstanbul merkezli bakış açılarıyla biryerlere gitmeğe çalıştığı ama bunu da başaramıyarak yüzüne gözüne bulaştırdığı görülmektedir .Ankara’dan mal kaçırır gibi İstanbul sermayesinin federasyoncu ve eyaletçi bakış açılarıyla öne çıkarılacak çözüm önerilerie ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar vereceği için , Atatürk’ün partisinin gleneksel tabanı tarafından hiçbir zaman benimsenmeyecek ve beklide genel seçimlerde ciddi oranlarda oy kaymasına yol açabilecektir . Geçen seçimlerde partinin önünü kapayarak iktidara gelmesini önleyen eski genel başkana kızgınlık nedeniyle Atatürkçü tabanın önemli bir kesimi tepkisel olarak milliyetçi partiye oy vererek siyaset sahnesnden dışlanmak istenen bu partiye hayatiyet kazandırmıştı .Adında halk sözcüğü bulunmasına rağmen iş adamı ve sanayici derneklerinden kaynaklanan sermaye politikalarına angaje olan Atatürk’ün partisi bu yüzden kısa zamanda zenginlerin partisi durumuna sürüklenerek ,ve Anadolunun çeşitli bölglerinden dışlanarak zenginlerin yaşadığı sahillerin partisi konumuna sürüklenmişti . Bu durumdan ders alması gereken Atatürk’ün partisi geçen yıl İstanbul merkezli bir yönetim atağı ile karşı karşıya kaldığı için ,genel başkan ve yardımcıları ile genel sekreterin İstanbul temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısını ikinci plana atmağa ve İstanbul’u yeniden başkent yapacak doğrultuda bölgesel federasyona güneydoğu üzerinden hazırlandıkları anlaşılmaktadır . Büyük sermayenin çıkarları ile ülkenin ve halkın ulusal çıkarlarının ters yönlerde olması ve bu nedenle siyaset sahnesinde önemli ölçülerde çatışmaların öne çıkması dikkate alınırsa ,Atatürk’ün partisinin geçen seçimlerde sahillerden aldığı oylarını bu kez alamıyacağı, ve güneydoğuya öncelik vererek Türkiye’nin bütün bölgelerini karşısına aldığı görülmektedir . Milli sınırlar dışına çıkarak bölgeye yatırım yapmak isteyen İstanbul sermayesi ile güneydoğuda bölücülük yapan partilerin ve örgütlerin çıkarları ,bölgesel federasyon ile eyalet sisteminin oluşturulmasında birbirine paralel görünmekte dir . Bu doğrultuda doğu Anadolu’nun Kürt ve Alevi asıllı insanlarının alet ederek kimliklerini öne çıkaracak bir yaklaşım doğrultusunda güneydoğu sorunu ele alınmağa çalışılmakta ve Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen geleneksel Ankara merkezli ulusal ve üniter yaklaşımından uzaklaşılmaktadır . Atatürk’ün devlet modeline olduğu kadar , devlet kuran partinin altı ilkesinden olan ulusalcılık ve cumhuriyetçilik ilkelerine de açıkca ters düşen bu yaklaşımın , güneydoğu halkından oy alabilmek uğruna gündeme getirilmesi önümüzdeki dönemde ciddi handikaplara yol açabilecek gibi görünmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin en zayıf döneminde kabül etmediği eyalet sistemi ve federasyona , büyük sermaye çevrelerinin ve batılı emperyal güçlerin çıkarları uğruna şimdi evet demesi eşyanın doğasına aykırı düşmektedir . Zayıf noktada kabül edilmeyen Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bir siyasal çözümün en güçlü olunduğu aşamada kabül edilmesi gibi bir zaafiyeti hiç kimse Türk halkına açıklayamaz .Batı emperyalizmine karşı antiemperyal bir mücadele sürdürerek bağımsız Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin yöneticileri ise ,böylesine bir geri adım atmayı hiç kimseye anlatamazlar . Atatürk’ün partisinin doğu bölgelerinden kopmasını yanlış politikalarda ve batı bölgelerinde üslenmiş olan büyük sermayeye teslimiyette aramak gerekirken , gene sermaye merkezlerinin desteği ile güneydoğunun Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünden kopmasına yolaçabilecek federasyon ve eyalet modeli yaklaşımların benimsenmesi Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir .Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına alet olmasını ise hiçbir parti yöneticisi toplumun üçte birini oluşturan Atatürkçü cumhuriyet tabanına anlatamıyacaktır . İktidar partisinin küresel politikalara angaje olan neo-liberal yaklaşımlarının taklitçisi ya da kopyacı bir tutumun sonuç vermesi ise gene eşyanın doğasına ters düşecektir .

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk Milliyetçiliği kavramı , cumhuriyet devletinin Doğu Anadolu’nun ülkeye kopmaz bağlar ile bağlanmasının ana formülüdür . Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir . Devletin adında “Türk” kavramı vardır ve bu kavram doğrultusunda bir Türk milli devleti kurulmuştur ama , içe dönük bir Türk milliyetçiliği anayasada yer almamıştır . Türk milliyetçiliğinden uzak duran bir Türk devleti ulusal yapıda kurulurken , Anadolu’da yaşayan diğer kökenlerden gelen insanlar da düşünülmüştür . Kendini Türk hissedenler Türk olarak kabül edilmiş , “Ne mutlu Türküm diyene” yaklaşımı ile alt kimlik ya da etnik köken sorunları aşılmağa çalışılmıştır . Ulusal kurtuluş savaşında düşmana karşı beraberce savaşan Anadolu halkı Atatürk”ün tanımı ile Türk ulusu olarak kabül edilmiştir . Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denileceğini devletin kurucusu bir temel ilke olarak ortaya koymuştur . Bu nedenle Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyetinin çatısı altında bir Türk vatandaşı olan herkes Türk olarak kabül edilmiş ve hukuken eşit bir statüde her türlü hak ve özgürlükten yararlanılması serbest bırakılmıştır . Türk devleti Avrupa Birliği sürecinde en üst düzeyde insan haklarını ülkede gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele ederken , güneydoğu bölgesinde ayrı bir kimlik oluşturarak böylesine bir kimliğe özerklik tanıyacak çözüm modellerini ya da anayasal güvenceye sahip olan resmi ulusal dil olarak Türkçe’nin yanına ikinci bir dilin getirilmesini ,ayrıca Diyarbakır merkezli bir Kürdistan eyaleti oluşturulmasını çözüm olarak benimsemek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinden vazgeçmek anlamına gelecektir . Teröristlere af ile terör örgütünün aklanmak istenmesi şehit ailelerini rahatsız ettiği gibi ,Türk kamuoyunda da haklı tepkilere neden olmuştur . Yerel yönetimler özerklik şartının kabül ettirilmesiyle beraber , oluşacak eyalet yapılanması içinde öz savunma gücü adı altında yerel ve bölgesel ordular kurulmasına izin verilmesi ile de iç savaşa gidebilecek bir çatışma ortamının doğmasına yol açılabilecektir . Bölücülerin Avrupa Birliği üzerinden dayattıkları bu gibi önerilerin hiç birisi gerçek çözüm olmadığı gibi beraberinde yeni sorunlar yaratabilecek derecede de tehlikeli görünmektedir . Bölücü partinin temsilcilerinin başında bulunduğu yüz belediyenin ortak hareket etmesi ciddi bir bölgeselleşme eğilimi olarak ,Türkiye’ye açıktan güneydoğu bölgesinde bir eyalet yapılanması dayatılmasına neden olmakta ve bölünme tehlikesini fazlasıyla artırmaktadır . Eğer ciddi bir çözüm geliştirilmek isteniyorsa , kendini bilen hiçbir devletin alet olmayacağı bu gibi senaryolara Türkiye Cumhuriyetinin uzun süre seyirci kalması ve hoşgörü göstermesinin arkasında yatan nedenler üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir . Sabır etmenin sonunun selamet mi yoksa, felaket mi olduğu önümüzdeki dönemde görülecektir .

Güneydoğunun bölünmesiyle ilgili bütün toplantılar yeni başkent ilan edilen Diyarbakır’da yapılmaktadır . Atatürk’ün partisinin doğu sorunları ile ilgili çalıştayı ise muhtemel büyük Ermenistan dvletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlenmiştir . Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili toplantıların Diyarbakır ya da Van üzerinden Kürdistan ile Ermenistan’ın oluşumuna yönelik gündeme getirilmesi ise son derece düşündürücüdür . Atatürk’ün partisinin Doğu Anadoluya Van üzerinden bakması ise , İstanbul üzerinden bölgeye yönelik estirilen eyalet ve federasyon yaklaşımlarının bazı gayrimüslim sivil toplum kuruluşları ile cemaatların devrede olduklarını göstermektedir . Doğu Anadolu’ya Van ya da Diyarbakır üzerinden bakmanın ya da yaklaşmanın bölücü sonuçlar verdiğinin kesinleştiği bu aşamada , cumhuriyet tarihimizin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda ikinci bir Erzurum Kongresine büyük gereksinim vardır . Sevr haritası ya da Wilson prensipleri doğrultusunda bölgeye parçalı yapıyı dayatan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşılık ,Türkiye Cumhuriyetinin bütüncül ve üniter yapısını , ulusal bakış açısını yansıtacak yeni bir Erzurum Kongresi ile doğu Anadolu’nun sorunları ele alınabilmelidir .Şimdi Atatürk’ün partisine düşen görev , Atatürkçü Düşünce Derneği ile beraber günümüz koşullarındaki Atatürkçü bakış açısını bütün doğu bölgesine yansıtacak ikinci bir Erzurum Kongresini Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunun merkezi olan Erzurum’da yapmak olmalıdır . İkinci Erzurum Kongresi ile ,Doğu Karadeniz,Doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgeleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunları böylesine bir bütünlük içerisinde tartışılarak karara bağlanabilmelidir . Ancak o zaman emperyalislerin yerli işbirlikçileri ile dayattıkları bölücü ve mandacı çözüm önerilerinden Türkiye kurtulabilecektir . Şmdiye kadar Türkiye’ye dayatılan baskı ve zor layı yöntemlerin sonuç vermediğini artık emperyal merkezlerin görmesi ve Türkiye’yi yeniden kazanacak yaklaşımların gündüme getirilmesi gerekmektedir . Türkiye’nin geleceği açısından Doğu Anadolu’nun öncliği vardır . Bu nedenle tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu Atatürkçü bakış açısıyla ele alınabilmelidir . Ondan sonra ise gerekirse yeni bir Sivas Kongresi daha toplanarak her şey Türk ulusunun değerli temsilcilerinin önünde tartışılarak yeniden karara bağlanabilir .

13 Aralık 2018 Perşembe

BREXİT’TEN TREXİT’E AVRUPA NEREYE? "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara, 02 Mayıs 2017)-ANKARA KALESİ NO: 232-Geçmişte kalan yüzyılın getirmiş olduğu birikimler yeni bir dünya yapılanmasının önünü açarken, geleceğe dönük beklentiler geçmişin devamı doğrultusunda öne çıkmış ama tamamen tersi bir çizgide beklenmeyen olaylar ortaya çıkınca, siyasal gelişmeler de bu gibi durumların etkisi altında kalmış ve beklenenden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmıştır.

ANKARA KALESİ NO: 232 

"BREXİT’TEN TREXİT’E AVRUPA NEREYE?
Prof.Dr.ANIL ÇEÇEN 
Ankara, 02 Mayıs 2017


Yirmi birinci yüzyılın içlerine doğru gidildikçe ve yerküre bu doğrultuda yuvarlandıkça ortaya yeni yeni manzaralar çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın birikimleriyle yeni bir yüzyıla girmiş olan dünya, bu yeni yüzyıl içerisinde yoluna devam ettikçe, eskisinden çok farklı olarak hiç beklenmeyen yeni oluşumların gündeme geldiği ve bu doğrultuda dünya ülkelerinin beklenenden çok farklı durumlar ile karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Geçmişte kalan yüzyılın getirmiş olduğu birikimler yeni bir dünya yapılanmasının önünü açarken, geleceğe dönük beklentiler geçmişin devamı doğrultusunda öne çıkmış ama tamamen tersi bir çizgide beklenmeyen olaylar ortaya çıkınca, siyasal gelişmeler de bu gibi durumların etkisi altında kalmış ve beklenenden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmıştır. Yeni yüzyılın daha ilk çeyreği dolmadan , geçen asırdan gelen dünya sahnesinde önemli değişikliklerin devreye girdiği görülmekte ve daha şimdiden eskisinden çok farklı bir dünya yapılanması ile insanlık karşı karşıya kalmaktadır . Küresel anlamda bütün dünya kıtalarını kapsayan bir değerlendirme olarak böyle bir sonuca varırken , her kıta gibi Avrupa kıtası da kendi payına düşen yeni gelişmeler ve çok farklı bir değişim rüzgarı ile karşı karşıyadır . Çağdaş uygarlığın beşiği olarak kabül edilen bu dünyanın en küçük kıtasındaki yeni gelişmeler gene bütün dünyanın geleceğini yakından etkileyecekmiş gibi görünmektedir . 

Avrupa Birliği , yirminci yüzyılda başlayarak çeşitli siyasal gelişmeler ile yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru tamamlanma sürecini bitirmesi beklenen bir önemli siyasal oluşum olarak tarih sahnesine geçen yüzyılın ortalarında gündeme gelmiş olan bir siyasal gelişme idi . Geçen yüzyılın iki büyük dünya savaşına sahne olmasından sonra , bu doğrultuda yüz milyondan fazla insanını kaybeden Avrupa ülkelerinin bir kıtasal birlik çatısı altına alınmasıyla, üçüncü dünya savaşını önleyebilecek bir uluslararası barışın ilk adımları atılmıştır .Dünya savaşları sonrasında , kömür-demir-çelik gibi ana sanayi dallarında başlatılan işbirliği, daha sonraki aşamada bir ortak pazara ve çeyrek asırlık bir hazırlık sonrasında da Avrupa Topluluğuna dönüşüyordu . Yirminci yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde Avrupa kıtasındaki ülkelerin büyük çoğunluğunu çatısı altında birleştiren bu ortak dayanışma girişimi , yirmi birinci yüzyıla girerken kendisini bir kıtasal birlik görünümünde Avrupa Birliği olarak ilan ediyordu .Soğuk savaşın ortadan kalkmasıyla Avrupa ülkeleri daha kolay bir biçimde bir araya gelerek ,ABD ve SSCB arasında sıkışmış bir küçük kıta görünümünden bir an önce kurtulmak istiyordu . Böylesine bir yaklaşım da kıtanın büyük ülkelerinin öncülüğünde bir kıtasal oluşuma giden yolu kolaylaştırıyordu .İkinci dünya savaşını okyanus ötesi güç ile Bolşeviklerin kurmuş olduğu Sovyetler Birliğinin kazanması üzerine , bütün dünyayı beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa kıtasının büyük devletleri ,kendilerinin öncülüğünde daha etkili bir Avrupa yapılanması arayorlardı. 

Bütün dünya kıtalarına egemen olmak ve buralarda birbirleriyle hegemonya savaşları sürdürmek durumunda olan Avrupa’nın büyük ülkeleri , iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi iki büyük kıtasal oluşum ile mücadele edebilmek amacıyla kendi kıtalarını da böylesine büyük bir kıtasal birlikteliğe kavuşturarak , iki büyük güç merkezi arasında sıkışıp kalmaktan kurtulmak istemişlerdir . Ekonomik alanda başlayan işbirliğinin kısa zaman içerisinde hukuk ve diğer sosyal alanlara yayılması üzerine , Avrupa devletleri bir büyük kıtasal oluşumu meydana getirmek üzere , yirminci yüzyılın ikinci yarısında kendi aralarında toplanarak ve kıtasal zirve toplantıları düzenleyerek , Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük kıtasal devlet konumunda Avrupa Birliğini ya da Avrupa Birleşik Devletleri düzenini kurmak için yola çıkmışlardır . Böylesine büyük bir amaç doğrultusunda Avrupa ülkeleri yola çıkarken , Avrupa Birliği yapılanması bütün Avrupalıların kafasında önemli bir ütopya olarak yer alıyordu . Yüzyılların bitmek tükenmek bilmeyen savaşları ve en sonunda iki büyük cihan savaşının getirdiği yüz milyonu aşkın insan kaybı , artık insanlığın bir şeyler yapmasını gerekli kılıyordu . İki büyük dünya savaşı sonrasında kalıcı bir barış düzeninin kurulamaması,aksine Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi iki yeni büyük emperyalist devlet yapılanmasının ortaya çıkması üzerine eski dünyanın uygar kıtası olarak ya da Avrupa’nın denge kurucu bir merkez olarak yeni bir kıtasal birlik ile dünya sahnesinde yeniden öne çıkması gerekiyordu .Evrensel bir barış düzeninin kalıcı olarak ortaya çıkarılabilmesi için büyük kıtasal oluşumlar arasında yeni dengelerin kurulması gerekiyordu . Ancak birbirini denetleyebilecek güçte oluşumların caydırıcı güç olarak etkinliğini duyurması nedeniyle , Amerikan ve Rus emperyalizmlerine karşı bir güç dengesi olabilecek Avrupa Birliği gerekliliği uluslararası alanda kendisini hissettirmesi üzerine , Avrupa’nın önde gelen büyük devletlerinin öncülüğünde Avrupa Birliği oluşumu dünya sahnesinde yerini alıyordu . 

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar İngiltere’nin temsil ettiği dünya devleti yapılanması oluşumunu ,birinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri devralıyordu. Uzun yıllar bilimin,kültürün ve uygarlığın beşiği olan Avrupa’nın dünya savaşlarının altında kalması üzerine bu alanlardaki öncü konumunu yitirdiği ortaya çıkmıştır .Böylesine bir kimliğe sahip olan Avrupa ülkeleri gene eskisi gibi uygarlık yarışında ön plana geçmek arzuları , ABD ve SSCB ile olan rekabeti öne çıkarıyordu . ABD ve SSCB gibi sonradan olma büyük siyasal güçlerin karşısında beş yüz yıllık uygarlığın ,bilimsel ve kültürel gelişmelerin öncüsü olan Avrupa ülkeleri yeniden eski konumlarına gelebilmek üzere de barış ve işbirliği içerisinde bir kıtasal birliğe yönelmeye başlıyorlardı . İşte tam bu aşamada Avrupa Birliği gibi batılı ve gelişmiş bir kıtasal oluşumun Avrupalıların zihninde büyük bir ütopya olarak öne çıktığı görülmektedir .Bir yandan komşu ülkeler ile diğer yandan da sömürgelerdeki savaşlar Avrupa devletlerini kalıcı bir barış düzeni aramaya doğru sürüklediği bir aşamada , Avrupa Birliği ütopyasının Avrupa insanlarının düşüncelerinde yer etmesini anlayışla karşılamak gerekmektedir . Amerika Birleşik Devletlerinin zaman içinde ekonomik , teknolojik ve bilimsel çalışma alanlarında fazlasıyla ileri gitmesi üzerine ,Avrupa ülkeleri giderek açılan arayı kapatabilmek üzere de bir araya gelmek zorunda kalmışlar ve belirli bir zaman dilimi sonrasında da ABD ve SSCB ile çeşitli alanlarda rekabete kalkışarak yarışmışlardır . Avrupa ülkelerinin bu gibi ortak girişimlerine karşı ABD ve SSCB gibi dünya güçleri ortaya çıkan rekabet düzeni içerisinde Avrupa’daki kıtasal gelişmeleri dikkate alarak hareket etmişlerdir . 

Yirminci yüzyılın sonlarında biçimlenmeye başlayan Avrupa Birliği , yarım yüzyıllık bir ortak geçmişin ürünü olarak dünya sahnesinde yerini korumaya devam etmiştir . Yüzyılın son on yılında Sovyetler Birliği gibi bir büyük kıtasal devlet oluşumu çözülürken ,bu büyük yapılanmanın yanı başında bir başka kıtasal oluşum olarak Avrupa Birliği dünya sahnesindeki yerini alıyordu . Önce altı merkezi Avrupa devletinin bir araya gelmesiyle başlayan kıtasal birliktelik, sonraki yıllarda diğer Avrupa devletlerinin birliğe katılmalarıyla yirmi sekiz devletin büyük birlikteliğine dönüşüyordu .Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte sona eren soğuk savaş dönemi sonrasında bütün dünya bir küreselleşme akımının etkisi altına girerken ,Avrupa Birliği ülkeleri böylesine bir oluşumdan yararlanarak yollarına devam etmeye çalıştılar . Ne var ki , küreselleşme döneminde öne çıkan tekelci büyük şirketler ile ulus devletler karşı karşıya kalınca ,Avrupa Birliği oluşumu böylesine bir karşıtlığın etkisi altına girmiştir . Küresel ekonomik politikalar bir evrensel ekonomi düzenini ulus devletlere dayatırken ,Avrupa Birliği de bir bölgesel oluşum olarak kendi üyesi durumundaki Avrupa’nın ulus devletlerine kendi aldığı kararlar doğrultusunda yeni bir yapılanmaya doğru zorluyordu . Bu nedenle , Avrupa Birliği gelişirken , Avrupa ülkeleri hem küresel hem de bölgesel oluşumların gündeme getirdiği değişikliklere birlikte yönelmek gibi özel bir durumu yaşamak zorunda kalıyorlardı . Bazan küreselleşme ve bölgeselleşme oluşumları çelişkili yapılanmaları gündeme getirerek Avrupa ülkelerini sıkıştırırken , bazan da iki süreçten birisi öne geçerek kendi yapılaşma sürecinin getirdiklerini devletler üzerinde baskı ile gerçekleştirmeye çalışıyordu. Hem küreselleşme hem de bölgeselleşme süreçleriyle başbaşa kalan Avrupa ülkeleri dışa açılma aşamasında kendilerini güvence altına alabilmek için önceliği bölgeselleşmeye vererek Avrupa Birliği oluşumunun hızla tamamlanmasına yardımcı olmaya çalışıyorlardı . Küreselleşmenin getirmiş olduğu büyük tekelci şirketlerin ekonomik dayatmalarına karşı Avrupa devletleri kıtasal birliğin çatısı altında kendilerine güvence arıyorlardı . 

Soğuk savaşın bitişi üzerine içine girilmiş olan dışa açılma süreçlerinde dünyanın geleceği umut verici görünüyor ve bu doğrultuda Avrupa ülkeleri arasındaki yakınlaşmalar daha hızlı sonuçlar getiriyordu . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkan küreselleşme aşamasında büyük Amerikan şirketleri kendi devletlerinin gücünden yararlanarak , ekonomi üzerinden bir evrensel hegemonya düzeni oluşturmaya çalışırlarken ,uluslararası kuruluşlar bir küresel yapılanmayı gerçekleştirmek için her yolu deniyorlardı . Ne var ki , ABD’nin bu süreçteki kendine özgün konumu her zaman için Avrupa ülkelerini ikinci planda bırakıyor ve bu nedenle de batı bloku arasında soğuk savaş yıllarında oluşturulmuş olan yakın dayanışma zamanla ortadan kalkıyordu . ABD’nin ayrıcalıklı konumu Avrupa açısından giderek büyüyen bir sorun olmaya başladığında , yüzyıllarca sömürge imparatorlukları yönetmiş olan İngiltere,Fransa,İspanya gibi büyük devletler ile Almanya gibi Avrupa’nın patronu konumuna gelmiş olan büyük devletlerin çıkarları zarar görüyordu . Devlet merkezli bir siyasal yapılanmadan şirket merkezli bir ekonomik yapılanmaya yönelen dünya ülkeleri böylesine bir değişim aşamasında sarsıntılar geçirirken , Avrupa Birliği ile eskisi gibi dünya liderliğini yakalayamayacağını gören , eski sömürge imparatorluklarının patronu konumundaki İngiltere ve Fransa gelinen aşamada bu durumlardan rahatsız oluyordu . Avrupa Birliği süreci , eski ulus devletlerin alt düzeyde bölge devletlerine doğru yönelmesini insan hakları doğrultusunda kabül etme noktasına gelmesiyle İngiltere,Fransa,İspanya ve İtalya bölünme riski ile karşı karşıya kalınca ,Avrupa Birliği sürecinde İskoçya’nın bağımsızlığı ile parçalanmak istemeyen İngiltere , iki kez ayrılma referandumlarını önledikten sonra , Avrupa Birliğinden ayrılmaya karar veriyordu . 

Büyük Britanya İmparatorluğu adı altında bir dünya devleti yapılanmasını beş yüz yıllık bir sömürge imparatorluğu sonrasında kurmuş olan İngiltere bu yüzden bir kıtasal birlik olan Avrupa Birliği gibi bir bölgeselleşmeden uzun süre uzak durmuştur .Ne var ki , dünyanın diğer bölgelerine göre batı ittifakını dünya merkezi konumuna getirmek isteyen batıcılık akımlarının galip gelmesi üzerine İngiltere , ABD öncesi dünya yapılanmasının hem kurucusu hem de merkezi olarak sahip olduğu birikimi sonuna kadar korumak istemiştir .İngiltere küresel bir düzen kurucusu olarak kendisini Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumun içine hapsetmek istememiş bu yüzden Avrupa Birliğinin kurucusu olmamıştır . Ne var ki , batı bloku içindeki gelişmelerin İngiltere’yi Avrupa’ya yakınlaştırması üzerine , İngilizler Avrupa Birliğine üye olmak istemişlerdir . Avrupa için büyük kazanç olan İngiltere gibi bir dünya devleti ,çeyrekasırı geride bırakan bir üyelik statüsünden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanamamış ve bu yüzden Avrupa kıtasından uzaklaşarak ,gene eskisi gibi denizler üzerinden kurmuş olduğu güneş batmayan imparatorluk adı ile anılan CommonWealth ismi ile bir çatı altında toplanan sömürgelerinin ortak refah düzenine dönmeye karar vermiştir . 

Brexit adı verilen karar ve uygulama, Avrupa Birliği oluşumu içerisinde ilk kez meydana gelen bir ayrılma olayının adı olarak tarihe geçmiştir .Brexit bir karma sözcük olarak( Britan-exit) kavramlarının bir arada kullanılmasından doğmuştur .Kendi kurduğu siyasal yapılanma düzeni içerisinde ortaya çıkardığı güneş batmayan küresel dünya imparatorluğunu, gerçek bir dünya devletine dönüştürmek üzere eskisinden farklı bir yola çıkan İngiltere , Birleşik Krallık statüsü içinde kendi kurmuş olduğu eski sömürgelerini , Amerika Birleşik Devletlerinin kuramadığı bir dünya devletine doğru yönlendirmeye karar vermiş ve bundan sonra da Avrupa Birliğinden ayrılma kararı vererek bunu uygulama alanına getirmiştir . İngiliz dışişleri bakanı Avrupa Birliği ülkelerinin kendi aralarında geliştirdikleri ticari ilişkilerin ekonomik sıkıntıları önleyemediği ve bu yüzden de Kanada , ,Avustralya ve Hindistan gibi çok büyük ve kalabalık ülkeler ile batı ülkelerinin daha fazla ticaret yapmaları gerektiğini zaman zaman dile getirmiştir . Ortak bir para sistemine geçtikten sonra ciddi ekonomik sıkıntılar içerisine girmiş olan Avrupa Birliği içinde zor durumlarda kalan İngiltere, kendi para sistemi aracılığı ile eski sömürgeleri ile olan ekonomik bağlarını sürdürmüş ve zamanı gelince de Avrupa birliğinden ayrılarak , elliden fazla eski sömürgenin yer aldığı ortak refah düzenine ,yeni bir küresel yapılanma doğrultusunda geri dönüş yapmıştır . Küreselleşmenin başlamasından bu yana çeyrek yüzyıllık bir zaman diliminin geçmesi , ayrıca Avrupa Birliği yolunda yarım yüzyıllık bir dönemin geride bırakılmasıyla birlikte , nelerin olamayacağı ve bu nedenle de nelerin olabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmış ve bu doğrultuda devletler kendi gelecekleri doğrultusunda yeni kararlar alarak bunları uygulama alanına getirmişlerdir . İngiltere her zaman olduğu gibi bu konuda da başı çekerek hem Avrupa Birliğinden kopmayı, hem de Amerika Birleşik Devletlerinin bir türlü kuramadığı küresel devlet yapılanması doğrultusunda , ortak refah düzenini dikkate alınması gereken ciddi bir alternatif dünya devleti yapılanması olarak gündeme getirmiştir . 

Avrupa Birliğinin giderek ekonomik açıdan Almanya’nın hegemonyası altına girmesi dünya savaşlarında Almanya’yı yenmiş olan İngiltere’yi çok rahatsız etmiş ve Birleşik Krallık savaş alanlarında yenmiş olduğu Almanya’nın ekonomik baskısı altına girmeyi hiçbir zaman kabül etmeyerek kendi para sistemini korumuştur .İngiliz dış işleri bakanının sürekli olarak gündeme getirdiği dünyanın diğer kıtaları ve ülkeleri ile de ticaret yapılması gereğine uyan İngiltere , hiçbir zaman Avrupa ekonomisine güvenmemiş ve sürekli olarak bir deniz devleti konumundan yararlanmış ve bu doğrultuda okyanusları aşarak Kanada,Avustralya ve Hindistan gibi dev ülkeler ile ticaretini öncelikli olarak geliştirerek geçmişten gelen dünya devleti konumunu korumuştur . Böylece dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’nın sınırları içine hapsolmayarak eskisi gibi bir küresel oyuncu konumunda bağımsız politikalarını geliştirerek, uygulama alanında bu doğrultuda sonuçlar almaya çaba göstermiştir . Küreselleşme döneminde ABD’nin küresel şirketler kavgasına sahne olması ve bu durumun giderek içinden çıkılmaz bir hal alması üzerine , İngiltere ABD’nin gücünü kullanarak merkezi coğrafyada bir büyük dünya devleti oluşturmaya çalışan İsrail gibi yeni yetme bir devlete de, kendi oluşturduğu Orta Doğu bölgesini teslim etmeyerek gerekli olan politikaları son zamanlarda uygulamaya başlamıştır . 

Brexit , Avrupa Birliği gibi bir kıtasal oluşumun son noktası olarak öne çıkınca , bundan sonraki aşamada İngiltere’siz bir Avrupa’nın gelişemeyeceği , ya durgun bir yapılanma ile yetinerek yoluna devam edebileceği ya da Brexit sonrasında birlikten memnun olmayan Fransa,İtalya,İspanya ve de Yunanistan gibi devletlerin de birlikten ayrılma yoluna giderek daha farklı yapılanmalar peşinde koşacakları uluslararası alanda tartışma konusu olmuştur . Ortak para sistemi yüzünden kendi para sisteminden vazgeçen Akdeniz ülkelerinin tamamı ekonomik açıdan iflas edince İngiltere’nin açmış olduğu kapıdan Akdeniz ülkelerinin de geçerek üyelikten çıkacakları ileri sürülmektedir .Küreselleşme sürecinde gündeme gelmiş olan Avrupa Birliği oluşumu uluslararası dengelerin değişmesi üzerine giderek zorlanmaya başlamış ve ABD üzerinden küresel emperyalizmin yayılması ile dünya ekonomisinin kontrolü tekelci şirketlerin eline geçince, ulus devletler zorlanmaya başlamış ve Avrupa Birliğinin küresel ekonomi alanında ABD ile Çin , Rusya ve de diğer büyük devletlerin gerisinde kalmaya başlaması ile Avrupa için tehlike çanları çalmaya başlamış ve böylesine bir hızlı dönüşüm aşamasında Avrupa’nın büyük devletleri Avrupa Birliğini sorgulamaya başlamışlardır . Bu durumdan en çok rahatsız olan ülke İngiltere olmuş ,kendi para sistemi üzerinden CommonWealth ekonomisini canlı tutmaya çalışan Britanya İmparatorluğu yeni dönemde iki ayrı sistemin kurallarını bağdaştıramayacağını anlayınca , Birleşik Krallık kendi oluşturduğu güneş batmayan imparatorluğa öncelik vererek , Avrupa Birliği oluşumundan çekilme kararı almıştır . Daha önceki dönemde Akdeniz ülkeleri iflas etmelerine rağmen Avrupa Birliğinden çekilecek gücü ve cesareti gösterememişler ve bu yüzden birlik eski hali ile bu yıla kadar devam etmiştir . Geçmişten gelen dünya imparatorluğunun kurucusu olarak İngiltere Brexit kararını resmen açıklayınca, her şey alt üst olmuş ve bu yaşlı kıtanın birleşme amaçlı çabaları Büyük Britanya İmparatorluğunun oyun bozuculuğu ile sonuçsuz kalmıştır . 

İngiltere gibi büyük bir ekonomik yapılanmanın Avrupa Birliğini terk etmeye yönelmesiyle hem Avrupa kıtası hem de batı bloku alt üst olmuş ve geleceğe dönük gelişme programlarında her devlet kendi çıkarları açısından değerlendirme yapma noktasına gelmişlerdir . İngiltere yeniden CommonWealth dünyasına dönerek bu doğrultuda bir yeni küresel oluşumun önünü çekerken , Avrupa’nın diğer sömürgeci ülkeleri de yeniden eski sömürgelerine dönmeyi gündeme getirmişlerdir . Özellikle ,Afrika’da yirmiden fazla sömürgesi olan Fransa devleti yeniden batı Afrika’daki Fransızca konuşan ülkeler topluluğuna geri dönerek İngiltere gibi Avrupa kıtasının dışında yeni arayışlar içerisine girmiştir . Benzer girişimleri İspanya,Portekiz,Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkeleri de denemelerine rağmen , küresel ekonomi ile rekabet edecek güçlü bir mücadeleyi gündeme getirememişlerdir . Bu nedenle İngiltere gibi bir ayrılma senaryosunu bu gibi ülkeler gerçeklik aşamasına getirememişlerdir . Ne var ki , Avrupa Birliğinin öncüsü ve kurucusu konumundaki Fransa sahip olduğu eski büyük sömürge imparatorluğuna tıpkı İngiltere gibi geri dönüş arayışları içerisine girmiştir . Fransa ‘nın hem Afrika’da hem de okyanuslarda kendine bağlı oluşturduğu sömürge imparatorluğunun , Brexit kararı sonrasında canlandırılmasıyla Frexit gibi benzeri bir uygulamanın ortaya çıkabileceği şimdiden tartışılmaya başlanmıştır . Almanya ile merkezi ortaklık kurarak Avrupa Birliği’ne öncülük yapan Fransız devletinin birkaç yıl önce Almanya ile tam ortaklığa yönelerek Avrupa Birliğinin çekirdek yapılanması olarak Fransalmanya adlı bir yeni oluşumu dünya kamuoyuna açıklaması üzerine , geçmişten gelen dünya imparatorluğundan vazgeçmek istemeyen İngiltere ,Brexit hazırlıklarına başlamış ve kısa zaman içerisinde de iki eski büyük rakibinin ortaklığına dayanan bir kıtasal birliğin içinde Avrupa standartlarında parçalanarak yer almayı kendi çıkarları açısından uygun görmemiştir .İngiltere’yi Brexit gibi bir radikal çıkış kararına sürükleyen ana olay Avrupa Birliği oluşumunun bir Fransa-Almanya ortaklığına dönüştürülmek istenmesidir . ABD’nin şirketler aracılığı ile küreselleşme de öne çıkması da İngiltere’nin rekabetçi bağımsız politikalara geri dönüşünü gündeme getirince , Birleşik Krallığın dünyanın en küçük kıtasını terk etmesi daha da hız kazanarak gerçekleştirilmiştir .İngiltere’nin Avrupa Birliğinden boşanmasının hem iç hem de dış nedenleri bir araya gelince ayrılma daha çabuk gerçekleşmiştir . Brexit kararı bu yüzden hem Avrupa Birliği oluşumunun önünü kesmiş hem de ABD-İngiltere işbirliğine dayanan Atlantik ittifakının eskisinden daha farklı bir biçim almasına giden yolu açmıştır . Britanya İmparatorluğu ,eski sömürgesi olan ABD ile birlikte hareket ederek Atlantik İttifakı çerçevesinde bir işbirliğini Avrupa Birliği oluşumuna tercih etmiştir. 

Lizbon sözleşmesinin ilgili hükümlerine göre gerçekleştirilecek ayrılma olayının en az iki yılı bulması ve bu arada hem İngiltere’de hem de Avrupa Birliği çatısı altında bir çok yeni toplantıların yapılarak kararların alınması gerekmektedir . İngiltere’nin katı tutumuyla gerçekleşme aşamasına gelen Brexit olayında birliğin diğer üyeleri ayak sürüyerek hareket etmekte ve ilerideki bir aşamada Britanya İmparatorluğunun kıtasal birlikten çıkışını engelleme doğrultusunda olumsuz bir tutum sergilemektedirler .İngiltere hem üyelikten ayrılma hem de bağımsız siyaset izleme çizgilerinde önemli bir örnek olarak öne çıkınca, diğer üye ülkeler de Birleşik Krallık gibi hareket edebilmenin arayışı içine girmişlerdir .Komşuluk,kardeşlik,dostluk,dayanışma ve işbirliği gibi insani değerlere dayanılarak kurulmuş olan Avrupa Birliği yarım yüzyıl sonra İngiltere’nin kötü örnek olması yüzünden çıkmaz bir sokağa sürüklenerek belirsiz bir gelecek ile karşı karşıya kalmıştır . Ne var ki ,farklı kültür ve karakterlere sahip olan ülkelerin tek bir çatı altında biraraya gelebilmeleri mümkün olamamış ve İngiltere’nin bağımsızlık bayrağını açmasıyla birlikte Avrupa’nın kıtasal yapılanması tehlike altına girmiştir .İki yıllık geçiş süreci içerisinde hangi tarafın nasıl davranacağı şimdiden pek belli değildir . Brexit kararı Avrupa da olduğu kadar, Birleşik Krallık içinde yer alan İskoçya ve Galler bölgesi tarafından da daha kabüledilmemiştir .Hatta Almanya’nın kışkırtmaları üzerine İskoçya kendi ülkesinde bir halk oylaması yaparak Avrupa Birliği içinde kalacağını resmen açıklamıştır .Londra kentinde yaşayan İngiliz vatandaşları da birlikten ayrılmanın aleyhine oy verdiği için , önümüzdeki dönemde Britanya hükümetinin Brexit’i gerçekleştirmesi son derece zor olacak gibi görünmektedir . 

Brexit kararı ile ilgili referandum sonuçları Britanya vatandaşlarını ikiye bölerken , çok ciddi bir muhafazakar tepki öne çıkmış ve bu kesimler birlikten çıkma yerine birliğin kendi içinde düzeltilmesi için mücadele edilmesi gerekliliğini savunmuşlardır . Ayrılmaya karşı çıkan Anglo-sakson çevreleri Kanada benzeri bir özel anlaşma modeli üzerinde durulması gerektiğini savunmuşlardır . İçeride kalarak birliği reforme etmeyi savunanlar ile birlikte Kanada modeli ile birlikten kopmayı önleme girişimleri Brexit ile ilgili tartışmaları daha da genişleterek içinden çıkılmaz bir noktaya gelinmesine yol açmışlardır .Avrupa’nın sosyal devlet modelini Amerikancı liberallere karşı savunan İngiliz İşçi partisinin ana gövdesi de ayrılmaya karşı çıkarak , birlik içinde mücadelenin sürdürülmesi gerekliliğini savunmuşlardır . Avrupa Birliğinin kemer sıkma politikalarından rahatsız olan İngiliz liberalleri de ,Brexit kararına yakın bir çizgide hareket ederek sonucu etkilemeye çalışmışlardır .Zaman geçtikçe Avrupa Birliği oluşumunda çeşitli sorunlar çıkmaya başlamış ve birliğin geleceğe dönük yapılanmasında anlaşamayan devletler oluşumu başka yönlere doğru çekmeye çalışırken , İngiltere radikal bir karar ile kıtasal oluşumdan ayrılmayı açıkça gündeme getirebilmiştir . Uzun süre Avrupa Birliğinin gevşek bir konfederasyon mu yoksa sıkı bir federasyon mu olması konusunda anlaşamayan Avrupa’nın büyük devletleri kendi modellerinden vazgeçmeyerek kesin yapılanma konusunda bir türlü anlaşamayınca, böylesine geleceği belirsiz birlik projesi yüzünden yüzyılların Britanya İmparatorluğu kendi güvenliğini tehlikeye atmayarak , Brexit kararı ile kesin bir çıkış yapmak durumunda kalmıştır . Otuza yakın devletin bir araya gelerek bir kıtasal oluşumu bir an önce kesin bir yapılanmaya dönüştürememesi, birliğin dağılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur .Geleceği belirsiz bir kıtasal birlik yüzünden , beş yüz yıllık dünya imparatorluğunu İngilizler feda etmek istemeyerek yeniden okyanuslara açılarak yeryüzünün beş kıtasında güneşin batmadığı bir eski imparatorluk üzerinden gelecek arayışını sürdürmek istemişlerdir . Milattan sonra yaşanan iki bin yıllık tarihsel süreç içerisinde hiçbir zaman Avrupa kıtası ile birlikte olmayan , her zaman için kara Avrupa’sına alternatif oluşturmaya çalışan Atlantik yapılanmasının öncüsü olarak İngiltere’nin yeniden Atlantikçi bir anlayış ile kara Avrupa’sından ayrılarak, eskisi gibi denizler üzerinden bir yeni dünya hegemonyası arayışına girmiş olduğu görülmektedir . 

Brexit kararı sonrasında hem Avrupa Birliğinin hem de Britanya İmparatorluğunun çeşitli sorunlar ile karşı karşıya kaldıkları görülmektedir . Bugüne kadar sürüp gelen durumun değişmesi hem İngiltere hem de Avrupalı komşuları açısından kapsamlı bir tartışma ve yeniden yapılanma dönemlerini gündeme getirmektedir . Kırk yıllık üyeliği Avrupa Birliği üyeliği döneminde birliğin derinleşmesi konusunda İngiltere her zaman isteksiz görünmüş ve birlik içerisinde sıkı bir federasyon oluşturma fikrine karşı çıkarak daha çok gevşek konfederasyon tipi bir yapılanma üzerinde durmuştur . Almanya ve Fransa gibi ülkeler ile ticaret ortaklığından İngilizler her zaman yararlanmasını bilmişler ama kıtasal birliğin getirdiği sınırlamalardan da her zaman için şikayetçi olarak, kendileri için bir açık kapıyı hazır tutmak istemişlerdir .Kurucusu olmadığı birliğe üye olduktan sonra oluşumun biçimlenmesindeİngilizler her zaman için etkili olmaya çalışmışlar ama istediklerini Almanya ve Fransa gibi kara ülkelerine kabül ettiremeyince de ayrılmanın yolunu aramışlardır . Denizler üzerinden diğer kıtalarla yakınlık kurma politikalarına alışkın olan Birleşik Krallık , Avrupa kıtasında kendi çıkarları doğrultusunda etkili olamayınca geçmişten gelen İngiliz Milletler Topluluğu ile yola devam etmeyi kendi çıkarları açısından daha yararlı bulmuştur . Ayrıca Amerika Birleşik Devletlerinin Atlantik merkezli bir küresel dünya düzeni oluşturamaması yüzünden, İngiltere Atlantik insiyatifinin diğer kurucu ülkesi olarak bu boşluğun doldurulmasında daha özgür davranarak hareket edebilmesi açısından da Brexit kararının İngiltere için böylesine bir avantaj sağladığı da görülmektedir .ABD iç karışıklıklar ile boğuşmak yüzünden küreselleşme dönemi sonrasında yeni bir dünya düzeni kuramadığı için , Atlantikinsiyatifinin diğer ayağı olarak İngiltere bir kıtasal oluşumu kenarda bırakarak ,güneş batmayan imparatorluk üzerinden yeni dünya düzenine yönelmiştir . 

Brexit kararının sonuçlarının şimdiden ne olacağı bilinmemekte ama Avrupa Birliğinin geleceği ile ilgili olarak karamsar yorumların öne çıktığı görülmektedir .Geleceğe dönük senaryolar ekonomik ve siyasal alanlarda tartışılırken , İngiltere gibi büyük bir devletin birliğin içinden çıkmasının yaratacağı açıklıklar birliğin devamı açısından önemli sorunlar yaratabileceği yetkili makamlar tarafından dile getirilmektedir .Ekonomik açıdan birliğin oluşturduğu ortak pazarın geleceği yeni bir belirsizlik ortamına sürüklenmiştir . İngiliz şirketleri Avrupa standartlarında kaldığı için , Amerikan şirketlerinin sahip olduğu küresel ölçülere hiçbir zaman sahip olamamış ve bu yüzden de ABD şirketlerinin bir Amerikan emperyalizmi örgütlemesine seyirci kalmıştır . İngiltere ayrılırken , İngiliz şirketlerinin Avrupa ülkelerinde yapmış oldukları yatırımlar ile Britanya ekonomisinin Avrupa’daki uzantılarının ne olacağı ,bunların zamanla tasfiye mi edileceği yoksa başka bir ara statüde bunların varlıklarını koruyup koruyamayacakları ciddi bir çıkmaza sürüklenecektir . İngiltere’nin ayrılmasından sonra birlik çatısı altında üyeliğini sürdüren devletler açısından Brexit uygulamaları önemli sorunlar yaratacaktır .Avrupa ekonomisine en fazla katkı sağlayan ülke olarak Birleşik Krallığın birlik dışına çıkmasıyla birlikte meydana gelen boşluğun nasıl doldurulacağı henüz belirlenmediği için tartışmalar sürüp gitmektedir . Ayrılma sonrasında İngilizlerin sadece kendi başlarının çaresine bakmaları değil ama kendi attıkları adım yüzünden Avrupa Birliği içinde ortaya çıkan boşluk ve sorunların çözüme kavuşturulabilmesi doğrultusunda birlik organlarına yardımcı olması gerekmektedir . Avrupa Birliğinin Atlantik’ten koparken kıtasal birliktelik düzenini koruması meselesi giderek büyümekte ve diğer üye devletleri de tehdit etmektedir .Özellikle Nato örgütlenmesinde ABD ve İngiltere gibi iki Atlantik gücünün etkin olması yüzünden, Almanya ve Fransa bir Avrupa güvenlik örgütüne gerek olduğunu her zaman için savunmuşlardır . Avrupa ordusunu içeriden engelleyen İngiltere , Nato üzerinden ABD ile ortak hareket ederek, bir Atlantik şemsiyesi altında batı ittifakını sürdürmek istemiştir.Bu durumda da ordusu olmayan Avrupa kıtası Atlantik güçleri önünde ikinci sınıf bir yapılanma olarak kalmıştır . ABD her zaman bir Avrupa ordusuna karşı çıkarak engellemiştir . 

Batı Atlantik gücü olarak İngiltere’nin Avrupa Birliğinden çıkışı ile Avrupa kıtasının Atlantik ayağı ortadan kalkmıştır . Başlangıçta Almanya ve Rusya’nın önünü kesmek üzere geliştirilmiş bir Amerikan projesi olarak düşünülen Avrupa Birliği ,zamanla bir Almanya merkezli yapılanmaya doğru dönüşmüştür . İki büyük dünya savaşının kaybedeni olarak Almanya’nın Avrupa Birliğinin patronluğunu ele geçirmesi üzerine ABD Avrupa Birliğine karşı daha baskıcı ve olumsuz yaklaşımlar sergilemeye başlamış ve Atlantik ittifakının Avrupa kanadı olarak da İngiltere birlik daha fazla derinleşmeden kıtasal oluşumun dışına çıkmayı kendi varlığını korumak açısından zorunlu görmüştür. İngilizler dünyanın her yerine gitmeyi bildikleri gibi , geri çekilmeyi ya da başka yönlere doğru kaymayı son derece esnek bir biçimde tarih boyunca gerçekleştirmişlerdir . On beşinci yüzyılda başlayan keşifler döneminde İngilizler bir Atlantik ve batı Avrupa gücü olarak dünya kıtaları üzerinde hegemonya peşinde koşmuşlar , gittikleri yerlerin jeopolitik konumlarını dikkate alarak kendilerine bağlamışlar ve Londra merkezli bir imparatorluğu Birleşik Krallık statüsü çerçevesinde bugünlere kadar getirmişlerdir . İngilizler bu durumun bilinci ile hareket ederek Avrupa ile yollarını ayırırken Avrupa Birliği ve buna üye olan devletlerin geleceği tam bir belirsizliğe teslim edilmiş gibi görünmektedir .Brexit’e karşı olan kesimler birlik içindeki mekanizmaları çalıştırarak İngiltere’nin kıtadan kopuşunu önlemeye çalışırlarken ,İngiltere’de de imza toplayarak yeniden referandum yoluna gidilmesi doğrultusundaki sivil toplum çalışmaları giderek tırmandırılmaktadır . Her iki tarafta var olan Brexit karşıtlarının önümüzdeki dönemlerde bir araya gelerek önleyici mekanizmaları zorlamaları durumunda , Avrupa Birliği kendi içinden çıkan engellerle de uğraşmak zorunda kalacak ve bu nedenle istikrarlı bir gelecek programı belki de hiçbir zaman devreye giremeyecektir . 

Avrupa Birliğiönüne engel çıkaran İngiltere ile uğraşırken ,İngiltere’deBrexit’e öncelik vererek Avrupa ile uğraşıyordu . Tam bu aşamaya gelindiği sırada uluslararası alanda ortaya çıkan yeni konjonktürde Avrupa Birliği aynı zamanda Türkiye ile de karşı karşıya kalıyordu . Avrupa kıtasının batısında yer alan İngiltere bir sorun çıkararak birlikten uzaklaşırken ,kıtanın doğusunda yer alan Türkiye ise giderek Avrupa Birliği ile karşı karşıya kalan ve bu nedenle de bir türlü üyeliğe giriş formalitelerini tamamlayamaz duruma düştüğü ve bir anlamda birlikten dışlanma aşamasına geldiği için, İngiltere için üretilen Brexit kavramı gibi bir başka kavram olarak Trexit , Türkiye Cumhuriyetinin Avrupa birliği ile yollarını ayırması biçiminde gündeme geliyordu . Brexit uygulamaları ile yeni bir döneme girmiş olan Avrupa Birliği yıllardır kapıda bekletilen Türkiye açısından da ele alınarak bir değerlendirme yapıldığı aşamada,Brexit benzeri bir gelişmenin Türkiye açısından da düşünülmeye başlanması ile birlikte Trexit ,bir türlü Türkiye’ye tam üyelik vermek istemeyen Avrupa Birliği için Türkiye tarafından düşünülmesi gereken bir yeni bir alternatif olarak gündeme geliyordu . Sürekli yeni üye katılımı ile büyümekte olan Avrupa Birliği, böylesine bir süreçte Türkiye Cumhuriyetine tam üyelik statüsünü tanımıyordu .Yarım yüzyıllık bir zaman dilimi sürekli olarak bekletilen ve uyutulan bir ülke olarak yaşayan Türkiye ana hedef olarak seçtiği Avrupa birliğinden uzaklaşmayı hiçbir zaman düşünmemişti . İngiltere’nin Brexit kararı ile başlayan yeni dönemde birlik politikalarından hoşnut olmayan bazı Avrupa Birliği ülkeleri de çıkış alternatifini dile getirmeye başlayınca , Türkiye’de kendisine sürekli olarak ikinci sınıf ülke muamelesi yapılan bu bölgesel birlikten çıkmayı düşünebileceğini ifade etmeye başlamıştır . Türkiye en çok ticaretini Avrupa Birliği ülkeleri ile yaparken , bu ülkeler ile eşit koşullarda bir statü arayışı içinde olmuş ama din farkı , ülke ve nüfus büyüklüğü ve jeopolitik konum nedenleriyle Türk devletine tam üyelik şansı yarım yüzyıl bekletilerek tanınmamıştır . Bulgaristan ,Romanya ve Yunanistan gibi Türkiye’den yüz yıl geri ülkelere tam üyelik hakkının tanınması ciddi bir adaletsiz durum yaratmış ve bu yüzden Türkiye için elli sene sonra bir Trexit uygulaması için elverişli ortam kendiliğinden ortaya çıkmıştır . 

Uluslararası alandaki yeni gelişmeler giderek Türkiye ile Avrupa ülkelerini karşı karşıya getirdiği için aradaki yoğun ekonomik ilişkilere rağmen Türkiye kendisine Avrupa’nın dışında yeni yapılanmalar aramak durumunda kalmıştır .Bir Türk ve Müslüman ülkesi olması nedeniyle Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin zamanla Türk ve İslam dünyasına daha yakınlaşan bir konuma doğru yöneldiği görülmüştür . Avrupa ülkeleri bu durumdan rahatsız olarak , Türkiye ile ilişkilerde giderek sertleşen bir tutumla Türkiye’ye karşı olumsuz davranışlar sergilemeye devam etmişlerdir . Türk devleti ise yarım yüzyıl boyunca Avrupa Birliği sürecinde karşı karşıya kaldığı haksızlıkları problem yapmayarak ve sonuna kadar imzalanan antlaşmalar doğrultusunda hareket ederek tam üyelik statüsüne erişmeye çaba göstermiştir . Türkiye’yi Arap ve İslam dünyası arasında bir köprü gibi gören Avrupa Birliği köprü olarak kullandığı Türk devletini içine alarak, İran ve Irak gibi İslam ülkeleri ile komşu olmaktan sürekli olarak kaçınmıştır .Osmanlı mirası olan Türk ve İslam kültürel yapılanmasını problem olarak gören Avrupa ülkeleri her zaman için Vatikan’ın önderliğinde bir Hrıstıyan birliği olarak hareket etmeyi uygun buldukları için Türkiye’nin dışlanmasına giden Trexit yolunu kendileri açmışlardır .İngiltere’nin gündeme getirdiği Brexit kararının yarattığı ortam aslında Türkiye açısından olumlu değerlendirilebilecek bir şans yaratmasına rağmen ,başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın önde gelen devletlerinin Türk devleti ve hükümetini küçümseyen tutumları yüzünden böylesine bir fırsat değerlendirilememiştir . 

Küresel emperyalizmin ortaya çıkardığı göçmen sorunu yüzünden Avrupa birliği ülkeleri çok zor durumlarda kalırken , sorunun çözümü konusunda Türkiye hiçbir batılı devletin üstlenmediği kadar yükü omuzuna alarak dünya barışına katkıda bulunmuştur . Beş milyona yakın bir göçmen kitlesini Avrupa Birliği dışlarken , merkezi ülke konumundaki Türkiye bu insanlık sorununun aşılmasında çok önemli destek ve katkılar sağlamıştır . Bir anlamda Avrupa Birliğinin açıklarını kapatan , ayıplarını örten tutumlarıyla Türkiye ödüllendirilmesi gerekirken , Avrupa Birliğinden atılması talepleri kamuoyunda öne çıkarılmaya başlanmıştır . Üç yüz milyonluk nüfusu ile üç milyon göçmeni misafir edemeyen Avrupa Birliği , ayıbının Türkiye tarafından kapatılması gerçeği karşısında Türkiye’ye sağlaması gereken ekonomik yardımları bile vermemiştir . Böylesine iyiniyetten yoksun ve çıkarcı bir tutumu Türkiye’ye karşı ısrarlı bir biçimde uygulayan Avrupa Birliği ülkelerine karşı ,Türk devleti her zaman için uluslararası hukuka uygun olarak hareket etmiştir . Ne var ki , aradan geçen yarım yüzyıllık bekletilme dönemi artık sabırları taşma noktasına getirdiği için , İngiltere’nin Brexit ile kendisine tanımış olduğu özgürlük ortamını Türkiye’nin de Trexit kararı ile kendisi için gündeme getirmesi doğal olarak gündeme gelmektedir . Vatikan’ın yönetimindeki bu Hrıstıyan Birliği Türklük ve İslamiyetidışlarken , aynı zamanda Avrasya bölgesine de sırtını dönmek gibi bir olumsuz tutumu ısrarlı bir biçimde izleyerek , Türkiye’nin bir Trexit uygulamasına yönelmesi açısından elverişli bir ortamın doğmasına yardımcı olmuşlardır . Avrupa ülkelerindeki seçimler de Türk asıllı beş milyon insan oylarını kullanırken her zaman için bir Türkofobia ya da İslamofobia gibi ırkçı yaklaşımlar ile karşı karşıya kalmışlardır .Avrupalı Türklere çifte vatandaşlık uygulamasını kaldıran Avrupa ülkeleri aynı zamanda Türklerin Avrupa’dan uzaklaşmalarını sağlayacak bir uygulamayı da öncelikli bir biçimde öne çıkarmaktadırlar .Türkleri yavaş yavaş Avrupa’dan kovmaya hazırlanan Avrupa ülkelerinin ,Türklerin Avrupa’dan vazgeçmelerinin önünü açarak fiilen Trexit’i uygulamaya doğru adımlar attığı görülmektedir . Türkleri Ruslar ve Araplar gibi Avrupa dışı topluluklar olarak gören Avrupalıların , Brexit ile birlikte önümüzdeki aylarda bir de Trexit uygulamaları ile karşılacakları görülmektedir . Bu nedenle , yarım yüzyıllık çabalara rağmen halen tam üyelik hakkı tanınmayan Türkiye Cumhuriyetinin ana hedef olarak seçmiş olduğu Avrupa Birliği projesi kendiliğinden sona ermekte ve Trexit uygulaması da böylesine olumsuz bir gelişmenin sonucu olmaktadır . 

Brexit kararını Avrupa Birliğinin dağılmasının başlangıcı olarak gören çevreler kıtasal birliğin geleceği açısından karamsar yorumları benimsemektedirler . Otuza yakın üyesi olan Avrupa Birliğinin tam olarak kesinleşen bir üye yapısına sahip olmaması nedeniyle İngiltere kolaylıkla çıkış yolunu seçebilmiştir . Uzun süre boyunca genişleyemeyen birlik kendiliğinden bir durgunluk dönemine girmiş , Brexit uygulaması ile de dağılma aşamasına gelmiştir . Ortak para politikası nedeniyle Almanya’nın patron konumuna geldiği Avrupa Birliğinin eskisi gibi devam edemiyeceği güney ülkelerinin iflası üzerine kesinlik kazanmıştır .İngiltere sonrasında Fransa,İtalya,İspanya,Portekiz ve İrlanda gibi iflas eden ülkelerini birlikten ayrılacağı şimdiden tartışılmaya başlanmıştır . Avrupa kıtasının eskisi gibi bölünmemesi için yeni bir birlik oluşumuna gidilmesinin ve bu doğrultuda üye devletleri tasfiye etmeyen bir gevşek konfederasyon aracılığı ile birlikteliğin sürdürülmesinin yararlı olacağı öne sürülmektedir . Her ülke kendi çıkarları açısından durumu değerlendirirken , Akdeniz Birliği ,Baltık Birliği ,Orta Avrupa Birliği ,Kuzey Birliği ya da Balkan Birliği gibibölünmüş bölgesel Avrupa oluşumları da alternatif olarak devreye girmektedir . İngiltere yeni bir dünya devleti yapılanmasına yönelirken , başarısız olan Avrupa Birliğinin yerini de yeni birlikteliklerin almasını doğal karşılamak gerekmektedir . Para basma yetkisi elinden alınan üye devletlerin iflas etmesinden çıkarılacak dersler doğrultusunda ,ortak para sisteminden vazgeçileceği anlaşılmaktadır . 

Avrupa Birliği İngiltere’nin ayrılmasıyla gündeme gelen Brexit kararı ile yeni bir döneme girerken ,Türkiye’de benzer bir durum ile karşı karşıya kaldığı için Trexit arayışı içerisine girmiştir . Türk devleti yarım yüzyılın haksızlıklarının üzerine çıkarak Avrupa Birliği ile yeni dönemde daha farklı ilişki türlerinin de gündeme gelebileceğini görmeye başlamıştır . Son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşarak geri kalmış Orta Doğu bölgesi ile yakınlaşması , Atatürk’ün çağdaş cumhuriyetinin hızla Arabistana dönüşmesine giden yolu açmıştır . Bir uygarlık beşiği olan Avrupa kıtası ile Türkiye’nin Avrupa Birliği ya da tam üyelik dışında da daha farklı seçenekler üzerinden ilişkiler kurabileceği ifade edilmeye başlanmıştır . Avrupa Birliği öncesinde bazı Avrupa devletlerinin bir araya gelerek imzalamış oldukları serbest ticaret bölgesi antlaşmaları ile ekonomik ve ticari ilişkiler daha düzenli olarak yürütülmüştür .Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş dünya ile olan sıkı bağlarının sürdürülebilmesi için Avrupa ile yeni tür birlikteliğin gündeme getirilmesi gerekmektedir .Türkiye için Avrupa kıtası vazgeçilemez bir uygarlık merkezidir . Avrupa için ise , Türkiye Türk ve İslam dünyası ile dünyanın doğusuna açılan bir köprü konumundadır . Her iki siyasal yapılanmanın bir çok yönden birbirine ihtiyacı bulunmaktadır . Avrupa Türkiye’yi dışlamadan hareket ederse , Türkiye’de Avrupa kıtasından kopmadan ekonomik ve siyasal ilişkilerini yürütebilmelidir . Türkiye’siz bir Avrupa’nın dünyanın doğusu ile ilişkileri eksik kalacak , Avrupa’nın dışında bırakılmış bir Türkiye ise ortaçağın geri kalmış ortamlarında kendisine yeni çıkış noktaları aramak durumunda kalacaktır . Avrupa-Türkiye arasındaki var olan statükonun sorunları çözmediği ve yeni sorunlar yarattığı için karşılıklı olarak yeni ilişkiler düzeni oluşturulması gerekmektedir . Bu arada uluslararası konjonktürde giderek sertleşen ilişkilerin etkisi altında kalan Avrupa Parlamentosunun Türkiye’yi on beş yıl önceki duruma geri götürerek denetleme mekanizması içerisine alması ,Türkiye Cumhuriyetini Avrupa demokrasi dünyasında ikinci kümeye düşmesine yol açmıştır . Merkezi coğrafyada Atlantik güçleri ile birlikte Siyonistlerin egemen olma mücadelesinde Türkiye savaş alanına dönüştürülünce ,demokratik rejimde bazı kısıtlamalar ya da hukuk devleti ile insan hakları alanlarında yeni sınırlamalar gündeme gelince , Avrupa konseyi denetleme mekanizmalarından yarar bekleme aşamasına gelmiştir . Avrupa Birliği emperyal tavırları bir yana bırakarak uygar yüzü ile Türkiye’ye yaklaşabilirse , o zaman Trexit’e gerek kalmayacak ve çağdaş uygarlığın bir üyesi olarak Türk devleti Avrupa ile normal ilişkilerini sürdürebilecektir.